Blog Listem

3 Aralık 2017 Pazar

İnci

Oturup saatlerce dökemedim içimi hiçbir duvara. Akıtamadım içimdeki zehri hiçbir insana. Dinlemedi kimseler beni. Anlamadılar baktıklarında gözlerime, insanların bana çektirdikleri eziyeti. Göremedi kimseler içimdeki harabe şehri. Ne bana verilen sözler tutuldu şu yaşıma kadar ne de ben tutabildim dudaklarımdan savrulan sözleri, umutları, vaatleri. Kimseye sonsuz mutluluklar vaadetmedim. Ancak sanmıyorum kalplerine yetebilecek kadar gülümsemeler bile verebildiğimi. Beynine yerleşmiş koca bir urun yok ettiği adamın ellerini bile tutamadım ben O vazgeçerken bu dünyadan. Vazgeçemediğim O adama bilr sadık kalamadım sözlerimde. Kimse bilmez hangi mercan resifindeki kirli midyeden çıktı bu bembeyaz "İnci". O adam koydu adımı benim. Ve yine O adam bırakıp gitti bu denizi. Buharlaşıp gitti göklere minik su tanesi.
Bir gün... Sadece bir gün adımla seslendi. "İnci kızım..."
"Midye tüm suyun pisliğini yutsa da tüm kire lekeye rağmen o inci beyazsa beyazdır. Işık vurduğunda özü her daim aktır. Tüm kederin, üzüntün, dünyan o midyeyse sen içindeki bembeyaz incisin. İnci kızım benim."
Kederim mi daha büyük ben mi bilmiyorum. Kendi karanlığımda boğuluyorum. Midyemin içinde hapsoldum çıkamıyorum. Herkesten her şeyden kaçıyorum. Kimseyi bir gün yarı yolda bırakmamak için. İçimdeki hala kanayan yaraları kimseye açamıyorum. Başımdan geçenleri biliyor insanlar. Kalbime bakan, oraya dokunan, yaralarımı görebilen kimse yok.
Tanınmıyorum. Beni gerçekten tanıyan yok. Adımı bana O adam verdi, adamın haberi yok. Adımı bana ben verdim, beni bilen yok. İnci 'yi bilen yok. Sessizlik nedir bilen yok. Bakışlardan, dokunuşlardan ölesiye korkmak nedir bilen yok. Korku, gerçek korku nedir bilen yok.
Suçluların ak; ağlayanların, gerçekten ağlayanların kara olduğu bir yerde doğdum. Suçum yok. Suçum çok... Susma dedin sustum. Sus dedin konuştum. Herkese yaralarımı açtım. Belki  biri görür diye. Yaralarımın sarılması olmadı hiç derdim. Yaralarımı anlasınlar istedim. Bir ben daha istedim. Bir İnci daha istedim. Hata ettim.
Bir tek seni göremedim ben. Sen gidene kadar...

21 Ekim 2017 Cumartesi

Enkaz

    Tam fay hattıma bastı. En derin obruklarımda ağır sarsıntılı depremler yarattı. Böylesine arsızca bir öpücük karşısında hangi kalp hasarsız kurtulabilir? Hangi gözyaşı ıslak kalabilir yanakta? Sessizce yıkılıyor temelleri sağlam sandığım yüksek binalarım. Her daireden milyonlarca çocuk çıkarıyorum ağır yaralanmış enkazlar altında. Öptüğü her noktamda derin çatlaklar oluşuyordu.
    Sessizdim. Haddinden fazla anlayışlı olduğundan fazla sabırlıydı bünyem. Korkuyorum. Ilk değil. O varken de korkuyordum. Gözleri gözlerime ilk değdiği anda başladı bu derin korkum. Tam fay hattıma bastın. Gözleriyle en derin obruklarımı, köprücük kemiklerimi süzdü. Köprücük kemiklerim daha derinleşti. Ömrüm daha uzadı sanki. Saçlarımdan ördüğüm, o sağlam sandığım halatlar tutamadı hiçbir gemiyi limanda. Gemiler gitti limandan. Tusunamilerle şehirlerime geri yağdılar. Çay içtim. Çaylar ısıttım. Yapabileceğim başka hiçbir şey yoktu çünkü. Bir çaya sığındım. Bir de sigara dumanının arkasına. Gözlerimi sakladım. Göz çukurlarım daha da derinleşmesin diye. Sigara dumanlarının arkasına saklandım. Göremesin beni daha fazla diye. Gözlerine bakmadım. En derin depremlerden daha sarsıcıydı. Öldüm. Öldükçe yeniden doğdum. Her yeniden doğuşumda derin bir sarsıntıyla yine kendimi enkazlar altında buldum. Hangi gözyaşı ıslak kalabilir yanakta? Böylesine arsızca bir öpücük karşısında. Hangi kalp hasarsız kurtulabilir? Sessizce yıkılıyordum. Sessizce yıkılıyordu temelleri sağlam sandığım yüksek binalarım. Yüksek binalarımın enkazları altında kalıyordu hayallerim. Yüksek binalarımın altında, saçlarımdan ördüğüm o sağlam sandığım halatlarla hiçbir hayalimi tutmayı beceremiyordum. Yüksek binalarımın altında, saçlarımdan ördüğüm o sağlam sandığım halatlarla hiçbir hayalimi tutmayı beceremiyordum. Hepsi tek tek okyanuslara döküldü. Tüm hayallerim tek tek sulara düştü. Öptüğü her noktamda derin çatlaklar oluştu. İzi kaldı. İzleri kaldı.

7 Eylül 2017 Perşembe

Varlığın Yokluğu

    Yalnızlıktan korkan insanlar tanıdım.Yalnızlığa koşan insanlar tanıdım. Bir de yalnızlar vardı kimsenin tanımadığı,yalnızca gördükleri ve asla tanımadıkları. Ne oldukları, nereden geldikleri bilinmeyen, nereye gittikleri hep soru işareti kalan yalnızlar.
Yalnızlıktan korktum. En kalabalık olduğum günlerde yalnızlığa koştum. Sonrasında... Şöyle bir durup ardıma baktım. Issızdım. Yalnızdım. Ne beni ne acımı tanıyan kalmıştı. Soğuk sokakta, cellatların, sapıkların dışarıdan sıcak görünen, kirli, sözde mutlu yuvalarına bakakalmıştım.
Ceset gibi soğuktu bedenim. Bir celladın eseri gibiydim. Donmuştu kalbim. Çok karanlıktı içim. Geçmişime baktım. Koca bir hafıza kaybına rağmen kaybolmayan bir kara delik içine düştüm.
Başımda korkunç bir ağrı var. Sol gözüm ve sol şakaktaki damarlarım bağımsızlığını ilan etmek istermişçesine deliriyor. Kendimden kaçıyorum ve yine kendimle çarpışıyorum. Kendime yenik düşüyorum her gece. Varlığın yokluğunu kanıtlarmışçasına her şeyi unutuyor zihnim. En çok seni. En çok seni unutuyorum. Adresimi unutuyorum. Bir adres gösterir misin bana huzur dolmam için? Belki biraz ısınmalı bedenim.

6 Eylül 2017 Çarşamba

Gün Doğumuna Kurban Et Ruhunu

    Her göz yaşını bir yıldıza armağan et ve orda alev alsın acıların. Düşlerin ve düş kırıkların en az yıldızlar kadar somut. Görebiliyorum. Gözyaşları yıldızlar kadar içten ve güzel ama onlar gibi geceleri açığa çıkıyorlar. Bazı gecelerse yıldızlar gibi akamıyorlar bile. Anlıyorum içindeki ölen yıldızın ağrısını. Sen demek gökyüzünde kayan her yıldız. Her kayan yıldızda seni diledim. Gözlerine her baktığımda bende kalmanı diledim. Ayakkabıların hep kapımın önünde olsun istedim. Gözyaşların ise avuçlarıma aksın dedim hep. Avuç içlerime iğneler batıyor. Vitaminimi almayı unuttum. Adımı unuttum. Bir kumru konar her gece pencereme, kanadındaki notu almayı unuttum. Seni unuttum çoğu zaman. Ama dudakların hep burada. Dudaklarını cebimde unuttum. Makası nereye koydum? Saçlarım dökülüyor kanalizasyonu tıkıyor. Şehirler sular altında kalıyor. Gözyaşı mı yoksa saçlarım mı sebebi bilemezsin. Siyah bir platform yükseliyor önümde. Gel gitler yaşıyor zihnim. Anlıyor musun ne kadar karışık şu içler acısı durum. Cümleler birbirine karışıyor. Beyaz bir kedi vuruluyor gözlerimin önünde. Kedinin tüyleri kaderim kadar siyah. Ama kedi beyaz. Anlıyor musun içimdeki damdan atlayıp ölemeyen kedilerin acılarını? 
    Ah be Makbule teyze. Yine balkonu yıkarken sular dökmüşsün kedilere. Her gece sigarasıyla yanıp biten adamı seyrediyorum balkonda. Sigaramda beraber bittikten sonra adamı terk ediyorum her gece. Her sabah bir kurumuş damlayla açıyorum gözümü felaketlere. Her gün doğumunda bin bir acıyla izliyorum güneşin doğarken yırttığı gecenin dikişlerini. Güneşin doğumu uğruna her sabah öldürüyor gece kendini. Bir ölüm diyorum. Bir ölüm ancak böyle güzel ve fedakar olur. Her ölümünün şerefine gün doğumuna kurban ediyorum ruhumu.
    Her ayın 21'inde 21 yıldız intihar eder. Geceler daha karanlık, uzay daha kirli. Saçları ışık demetleriyle dolu kadınlar saçlarından halatlar örüp kendilerini asarlar. Dudaklara kan gitmez, morarır dudaklar. Çoktan ölmüş bir ruhu serbest bırakmak için bedenini yok etmek intihar mıdır, özgürlük savaşı mı? Kendini asmayacaksa halat yaptığı saçlarıyla kadın neden kessin saçlarını?

5 Eylül 2017 Salı

Dibim Hep Karanlık


    Uçsuz bucaksız kristalden mağaralar aşarak geldiğim çöllerde kumdan cam bir kale yapmaya çalışıyorum. Yok ettiğim kristallerin yerine camlar koyuyorum yok olduğum çölde. Bir mumum ben. Yanıyorum. Eriyorum. Asla kendimi aydınlatamıyorum. Dokunanı yakıyorum. Dibim hep karanlık. Damla damla aktım. Yanan yerlerim geri eski haline getirilemedi. Gövdemi baştan inşa etsem de içimdeki ip çoktan küllere karışmış. Alev titriyor. Ben titriyorum. Saçlarımı dalgalandırıyor rüzgar. Alevim üşüyor. Dibi hep karanlık. Çevremdeki aydınlığı izliyorum. Aydınlık en fazla ayak uçlarına ulaşıyor evrenin. Evren küçücük. Yetemiyor karanlığıma. Sevmiyorum maviye aşık insanları. Mavi umut demektir. Tek gerçek var oysa; ya aydınlık ya karanlık. Oysa bu evren umutsuz vaka. En az benim kadar adice. Dibi hep karanlık.  Hangi mezarlıkta ışıklar ve şenlikler gördünüz? Tek gerçek var o da ölüm. Ölümün dibi karanlık. Ölümün tek kaynağı var; yaşam. Karanlığı karanlık yapan şeyin aydınlık oluşu gibi naifçe olacak bu biraz. Aydınlanamıyorum. Dibim hep karanlık. Dokunanı yakıyorum. Dokunanın elleri su topluyor. Haksızlık ediyorum seven ele. Mutsuzluktan başka verebileceğim bir şey yok. Gelirim de giderim de hep umutsuz. Kristalleri kırıp camdan bir aplik içine saklıyorum ışığımı. Işığımın dibi hep karanlık.  Dibim hep karanlık. Sevgisiz bir kalp barındırıyorum. Kalbim hep karanlık. Kalbimin dibi karanlık. Dokunanı yakıyorum. Dokunanın su topluyor elleri.
    Yanıyorum. Eriyorum. Ama asla seni aydınlatamıyorum.

2 Eylül 2017 Cumartesi

Derin Aynalardan Düştüm Karanlık Sokaklara

    Kendimle bir gece sokak başında yeniden tanışmak isterdim. Kendime aşık olmayı isterdim. Saatlerce kalbimle sevişebilmeyi... Çok isterdim.
Bu gece bir dar ağacı kurdum büyüttüğümüz fidanın dallarından, seni astım. Başında ağladım, kendimi vurdum. Beynimi delip geçen mermiyi erittim. Bir kale kurdum kendime erimiş çelikten. İpek çiçeklerinin beyaz taçlarına koydum kalemi. Surlarımı donattım büyüttüğüm güllerin dikenleriyle. Muhafızlarımı diktim mezar taşlarıma. Fare zehri döktüm topraklarıma daha fazla kemiremeyin beni diye. Kendimi hapsettim hapsolduğum yerde kendimi astım.Toprak mı daha susuz dudaklarım mı? Kirpiklerim düşüyor yanaklarıma. Ağlayamayan gözlerimin yeni isyan şekli bu. Böbreklerim ağrıyor. Böbreklerim taşlaşıyor. Vücudumun, kalbimin daha fazla taşlaşamayacağını anlatış şekli bu bana. Son demlerimdeyim. Sahte sevgiler ve değerlerden kaçmak için kaleler kurup kendimi terk etmek için kalenin surlarından atlayarak kendi kalemden kaçıyorum. Kendimden kaçıyorum. Sokak köşelerinde kendimi arıyorum kaçan ben değilmişim gibi. Her kenarda kendime bakıyorum. Aynalar boş. Aynalar derin. Duvarlarda silüetler beni izliyor. Duvardaki yüzler arasında kendimi arıyorum. Çirkin bedenimin içindeki o derin ruhu aradım. Sevişmek istedim kendimle. Çok istedim.
Derin aynalardan düştüm karanlık sokaklara. Sonsuz karanlık yansımalarıyla aynalar arasında gidip geldim. Kullanamadığım kelimelerden ibaret dudaklarım. Kaçak tütün tadı gelir hep öpüştüğümde dilime. Her baktığımda aynaya gördüm o kilidini cebimde unuttuğum hapishanemi. Kendimi sürdürdüm yine kendime. Ne haddinize bana ihanet etmek diye haykırıp kendimi sırtımdan bıçakladım. İhanetleriniz körelmiş. Keskinletip öyle gelin biraz.

1 Eylül 2017 Cuma

Sevda Dediğin Aynı Manzarayı Yakalama İşi


Çok tanıdıktı. Geçmişte hep var olduğunun kanıtıymışçasına onunla bütün hissediyordum ruhumu. Bir yandan da ilk kez keşfediyordum her zerresini, her noktanı, dudaklarını, gözlerini, kalbini... Elleri çok tanıdıktı. Ama onları ilk kez tutacakmışım gibi özlem ve merak duyuyordum içimde. Hatırlamayı en çok istediğim durağımdı. O durağı çoktan geçmiştim, ikinci turumda tekrar uğruyordum ama ilkinin anısı farklıydı hatırlayamıyordum. Ölüm gibiydi. Ne verirsen onu aldığın bir ölüm... Ölmeden asla bilemeyeceğim bir güzellikteydi. Korkunçtu ama yaşamadan. Bir yandan da o kadar huzurlu ve aslında hep bana aitti sanki gözleri. Hayat bir besteyse en can alıcı cümlesiydi sanki. Sessiz, huzurlu bir o kadar da saklı kalmış gözleri vardı. Söylemek için delirdiği ama hep içine akıttığı anılar haykırıyordu kirpiklerinin arasından dinlerken acıları.Bana göster yaralarını. Beni al içine ve oradan çıkmama izin verme. Hapsetme beni, orası evim olsun. Gözlerin benim evimin penceresi olsun, baktığın yerse manzaram... Kanamış kabuk bağlamış her yaranı bana da tanıt. Neyi, kimi ne kadar sevdin, neyi kaybettin gözyaşın kim için ne için aktı. Hangi acı için yumruğunu sıktın, o yumruğu ne için duvarlara atmak zorunda kaldın. Gözyaşların neden doldu, akıtmadın. Benden sana bir kalp doğruluyor içten içe. Ve benim lügatımda sevda dediğin yaraları en güzel tanıma sanatı, sevda dediğin farklı pencerelerden aynı manzarayı görebilmek... Sanatını benimle paylaş. Otur yanıma ve sanatını tanıt bana.

Soğuk

    Yalnızlık mı koydun içindeki nefretin adını? Kendine olan nefretin mi bu yaratıcıya mı? Sevdin ve ihanet ettin. Her bıçak darbesiyle daha yüksek sesle kahkaha attın. Bu yurtsuzluğunu kime borçluyuz? Sevildin ve ihanete uğradın. Her bıçak darbesinde daha da ayağa kalktın. Misinanın ucunu elektrik tellerine bağla. Kuruğunu daha hızlı hareket ettir. Akıntıya ters git ve bir anda yüzeye fırla. Nefessizliğin verdiği huzuru hisset. Bıraktın mı ellerini yokluğa? Yokluğa mı dokundun varlıkla mı sarsıldın? Yoksa varlığı hissedişinin yok oluş endişesine karılışı mı bu tedirgin kırışıklıklar? Kara kedinin uğursuzluğuna inanacak kadar ahmak ama isyanına kulak asmayacak kadar ukalasın. Üşümüşsün. Bilinçsizlik ürpertisiyle dolusun. Duvarlar da sadık arkadaşlar değiller eğer yan odan doluysa. Göğe değil yere bak. Çünkü aslında oradasın. Gök yalnızca ölü ruhların bahçesi ve sen yalnızca çürümüş bir cesetten ibaretsin. Acıyacak bir kalbin bile yokken nasıl oluyor kalbinden küflü yaşlar dökülüyor? O yaşlar nasıl yüz yıllık elmasları oksitlendiriyor? Pasları çözüyor, ışıl ışıl demirleri paslandırıyor. Her doğduğumda tırnaklarım biraz daha kırılıyor tutunmaya çalışırken sana. Her öldüğümde biraz daha soğuyorum evrenden bedenim gibi. Kas katı kesiliyor dudaklarım sana her ulaşamadıkça ve donuklaşıyor bakışlarım bu buz gibi havalarda alev rengi saçlarım dalgalandıkça. Kanım mı daha kırmızı saçlarım mı, yoksa ağlayamamaktan kızarmış gözlerim mi? Ağlat beni. Ağlat ki bir toz zerresi kadar da olsa ısınsın kalbim tekrar. Göz yaşlarım çok soğuk! Üşüyorum...

Bu Bayım...

    Unuttum. Her şeyi, herkesi. Kısa anılar ve silik yüzlerden ibaret koca geçmiş. Tüm aydınlığı unutup karanlıkları inatla saklayan zihnimle tüm kavgam. İblislere ve acıya aşık ruhumun iğrenç anılarla doldurduğu çeyiz sandığımı arıyorum. Hiçbir yerde bulamıyorum. Kalbim deliriyor. Zihnim bulanıyor. Ya yeşil gözlerini kaybederse zihnim? Özgürce koştuğum o yeşil kırları kaybetmek istemiyor içim. İçimi söküyor ne yazıktır ki beynim.           Nefes alamıyorum bu belirsizlik telaşıyla. Unuttukça bulanıklaşıyorum hatırladıkça kirleniyorum. Ne var ki hatıralarımda seni bulamıyorum. Zihnimin her sokağını hızla inceliyorum. Kayboluyorum. Seni görüp peşinden koşuyorum. Tökezliyorum ve bir kol dolanıyor belimden düşmeme engel. Yeşilliklerinle göz göze geliyorum. Gözlerinden dudaklarına akıyorum ve yüzünü kaybediyorum. Uyanıyorum. Tekrar tekrar tekrar uyanıyorum. Her uyandığımda daha da uzaklaşıyorum. Kırlardan asfalta çakılıyorum. Betonu kırıyor gözyaşlarım. Kırılan parçalara doluyor sularım. Sularımdan çiçekler fışkırıyor. Çimenler dağılıyor dört bir yana. Çimenlerden seni buluyorum. Bir askerin kamuflajında buluyorum ellerini. Kopmuş ellerin. Ceplerime koyup ilerliyorum. Kanlı postallarını topluyorum ağaçlardan. Ve tüfeklerin topların dolu tarlalar. Barut kokulu tarlalar... Öptüğün her yoncaya hasretle sarılıyorum. Şarkı yükseliyor. Hüznüm artıyor. Özlemim şiddetleniyor. Dudaklarım, saçlarım, gözlerim kızarıyor. Anne sütü dolu bir küvette uyuyakalıyorum. Anne kokusunun verdiği huzurla uyurken annemin yokluğunu hissettiren o soğuk küvette titriyorum. Buz gibi anne sütünde donarak ölüyorum. Ve uyanıyorum. Tekrar tekrar tekrar uyanıyorum. Seni getirmiyor hiçbir rüya. Dönmüyorsun hep beraber ölecek olduğumuz o arabaya. Nüfus eksik, nüfus yarım. Öyle yarımım ki göz yaşlarım bile yarım. Öyle eksildi ki evren yeni bir patlama tasarlıyoruz Tanrıyla geceleri. Öyle öldün ki yıldızlar ölmüyor kara delikler sırra kadem bastı. Nasıl bir yok oluş ki bu tüm varlık felsefesi çöktü. Bu dogmatik sancının derin sarsılışıdır bayım. Bu Tanrının varlığının ve aynı oranda yokluğunun kanıtıdır. Bu yeşil gözlerinizin son yumuluşuyla evrene koca bir küfür ve aynı oranda ilan-ı aşkıdır. Bu Adaletin arayıp bulamadığı yerinin aslında nasıl hiç var olmadığının kanıtıdır. Bu göz yaşlarının basitleştirilmemesi adına yapılmış bir grev bu yokluğun huzuru, varlığın sancısı, aşkın ölümü, nefretin doğumu bu, bu, bu!.. Bu bayım sizin 21'lerle sınavınızın kaybı mı kazancı mı? Bu Tanrının bana uyarısı mı cezası mı? Bu bayım sizin zaferiniz mi ödülünüz mü? Bu son mu başlangıç mı? Lanet olsun bayım yetmiyor kelimeler ömrüme, yetmiyor kelimeler siz,bana , evrene. Yeni diller keşfed,n ve sonsuz olsun. Her acı için bir kelime olsun. Her yakarış için bir harf türetin. Lanet olsun ben artık konuşamıyorum bayım. Ben... Ben artık ölemiyorum  bayım. Lanet olsun Tanrının lanetine kapıldım sürükleniyorum. Ben Tanrıya bu kadar aşıkken bu kadar büyük  bir nefretle yaşayamıyorum. Dayanamıyorum...

İblis

    Evreni yok edip zihnimde baştan tasarlıyorum. Ve katiyen bunun için sizden izin isteme lüksüne sahip saymıyorum kendimi. Kalplerini söküp aç köpeklerimin önüne atıyorum. Ne yazık size. Asırlardır aç mideler dahi kabul etmiyor konuşmuş kalplerinizi. Deli gibi içiyorum. Öfkeden başka duygu nedir bilmiyorum. Riyakar yüzlerinize tükürmek haricinde dudaklarımı ayırmaya yeltenmiyorum. Lağım çukuru kadar berbat ellerinizle saf bedenleri okşuyorsunuz. Elleriniz kadar kirli dudaklarınızla kırlarda aşk şiirleri okuyorsunuz. Adice! Haince tüm bu yüzsüzlükler Tanrıya ve evrene. Tanrının adaletini sağlamak için oyuyorum kalplerinizi bağrınızdan. Tanrının öldürdüğü çocukların hakkı için kirli ruhlarınızı yıkayıp mezarlıklara dağıtıyorum. Kulaklarımı sessize aldım. Duymuyorum sahte çığlıklarınızı ve gözlerimi bir korsana sattım görmüyorum acınası suratlarınızı. Zihnimde geberirken çektiğiniz acıları hissederken bir kahkaha da ben atıyorum üzerinize İblisle birlikte. Şeytani dünyanızın içinde kavruluşunuz en huzurlu kurtuluşum artık.

30 Ağustos 2017 Çarşamba

Kalbini Kimler Kararttı?

    Gülüşünle kurumuş toprakları yeşertirken bir tebessümü esirgiyordun dünyadan. Gökkuşağı rengiydi kirpiklerin. Gözlerine baktım. Yeşil gözlerin karanlık bakardı. Kalbini kimler kararttı? Bırak bakayım yaralarına. Bana acılarını hissettir. Bırak gözyaşlarını içeyim. İçine değil dudaklarıma akıt. Kalbine papatyalar dikeyim. Dikenlerini budamama izin ver. Beni tenha köşelerinde uyut. Üstümü saçların örtsün. Üşüyorum. Pürüzsüz cildinde gezintiye çıkar beni. Bana bir rehber ata. İzin ver kucağında öleyim. Kirpiklerine göm beni. Ölemezsem bırak orada uyuyayım. Seni sevdiğimi hatırlatmama izin verme. Gözlerine hep aşkımı yerleştir. Dizlerine uzanayım. Orada soluklanayım. Yeni savaştan çıktım. Pencerenin manzarasını izlememe izin ver. Başını yastığıma koymana izin vermem için bana bir kalp sunman gerek. Bana bir ev göster, bana biraz huzur kanıtla ki sana inanayım. Özgürlüğüme tehdit misin yoksa suç ortağım mı?  Bana aşk olarak mı geldin zindan mı? bir kelepçeye ihtiyacım yok! Bana Kanatlarını göster. Gözyaşlarımızla sulayalım evreni ne fark eder? Gülüşünle yeşerttiğin topraklar elbet su da bekler. 

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Radyoaktif Aşk

    Koş ve çarpış benimle. Kinetik bir patlamanın potansiyel suçluları ilan edilelim. Belimden kavra ve dans et benimle. Ölü ruhların ayaklanışının sebebi gülüşündeki hayat enerjisi. Asmaları yeşertecek güzellikte gözlerindeki yeşil ışık zerreleri. Ceketinin iç cebindeki üç mermiyi yuttum. Böyle sev beni diye. Her an kaybedecekmiş gibi bak bana diye.  Evrenin en gizli yerlerine yağmurlar yağdır, bizi orada ıslat. Kalın giyin ama ruhun çıplak kalsın. Öyle sus ki tüm kulakların zarları patlasın. Yanıma otur. Yanım sıcak ve kurak. Bahçemi yağmurlarınla nemlendir. Bana içini aç. Bana yaralarını aç. Eteğime bastın. Kuyruğuma bastın. Öfkemi içimden sök sokak kedilerinin önüne at. Bu Dünya koca bir radyoaktif kütle. Bizse kanserli hücreler. Beni tümörlerimden arındır. Son evremdeyim. Yeterince ölümcül göz yaşlarım ve çığlıklarımla kıyameti kopartabilirim. Beni Nuh'un gemisinin pervanelerinde parçala. Kalbimi yaşlı avcının öldürdüğü geyiğe ver. Kırmızı pabuçlarımı ayakları üşüyen Kibritçi Kıza hediye et. Toprağıma papatyalar dikmeyi unutma. Her gece beni göz yaşlarınla yıka. Evimdeki o kara kediye günde 21 kez sevgini sun. Çocuklarımı doğurmayı unutma. Her ayın 21'inde saat 21.21 de kendimi yok edişimin şerefine 21 kere öldür kendini şarap kadehimde. Böğürtlenli şaraplar ısmarla köprü altı sahiplerine. Son kez gözlerime bak. Evine girmeme izin ver. Botlarım çamurlu paspasını kirlettim. Evine son kez gelip sana veda edeceğim. O  çok sevdiğin küpelerimle süsle beni. En güzel halimle uğurla yalnızlığıma ya da yeni kalabalığıma. Sonsuz güzelliğinle izlemeye devam et gece pencerenden sızan ışığın belirginleştirdiği sigara dumanının saçlarının arasında süzülüşünü. Hep özleyeceğim o kendiliğinden daireler oluşturan gri nefesinin odanda dağılışını. Çok yükseklere çıkıp beyaz duvaklar ve yeni hayatlar hayal edilen o yerde ölümü tadacağım aşağı düşerken. Gazetelere çıkacak süzülüş haberimi "düşüş" olarak yorumlayacaklar. Aldırma. Düştüğüm yerden nasıl yükseldiğimi yazacak şairler ve ceketlerini ilikleyecek karşımda tüm ayyaş köpekler. Uyurken maşuklar beni ve Galata'yı anacak aşıklar.

27 Ağustos 2017 Pazar

Dudaklarım Hep Orada



    Çok uzaktan geldim bugün. Bir tas su lütfet, dudaklarım toprakların kadar kurak ve çatlak. Koca evrende yalnız benim kadar bir evim var. Oraya varamadım. Bir dua lütfet, toprağıma dokunamadım. Ruhumun tamamının üflendiğini sanmıyorum bedenime. Toprak istiyor bedenim nemlice. Ağaç kökleri sarsın sarmalasın bedenimi. Mezarımı yıka. Beni yıka. Mezar taşımdan öp yavaşça her özlediğinde. Çünkü dudaklarım hep orada. Şöyle bir bakayım sana. Ne de acımış kalbin. Koca yalnızlıklar arasında tek gerçek olan ölüme gidiyorum. Belki hızlı, belki ağırca. Bir özgürlüğüm var elimde bir de avuçlarımdaki toprak. Kapatma kafese, bırak uçayım gönlümce. Nasılsa bir avcı vuracak kanadımdan elbet ve o gün toprak olacağım. Gör gülüşümün içindeki aciz mutsuzluğu. Bak hep gülerim ben. Bir mezar başında bile güler dudaklarım. Umursama sen gözlerime bak. Tehnalaştığım yerlerimi gör. Kör kalbimi, hissiz gözlerimi öp. Avuç içlerini göster, Yere düşen içindeki çocuğun avuç içlerine bıraktığı yara izlerine bakmama izin ver. Dizlerimden öp. Kan içinde kalmış dirseklerime bak. Avuç içlerimden öp beni. Bırak özgürleşeyim. Bırak acı çekeyim. Sen yalnızca acılarımdan öp beni. Sen benim merhemimsin.

24 Ağustos 2017 Perşembe

Hem Yarım Yamalak

    Sol bacağı kırık bir deniz kızıydım. Suya hiç dokunamadım. Daha doğmadan karaya vurdum. Doğrulamadan kumlarda kavruldum. Saçlarım kanadı, okyanuslar doldurdum. Okyanuslara varamadım. Kumdan bir kale diktim sırtıma. Evim sırtımda gezdim, sırtımdan vuruldum. Evim yıkık benim, her sokak köpeğinin dostu gibi. Kirli kan gibi koyu dudaklarım. Dudaklarımın kirini aşık olduğum adamın toprağına sürdüm. Bastığı yolları yıktım, köprülerine saçlarımı astım. Okyanus dolu gözlerine dalıp okyanuslara varamadım. 
    Kabuğu çatlamış bir çekirdektim ben. Suya hiç ulaşamadım. Yeşerip uzayamadım. Katranlar akıttılar üstüme. Asfaltı yaramadım. 

20 Ağustos 2017 Pazar

Kanlı Dizler Sevdim

    Boşalmış şarap şişesinde kayboldu ruhum benim. Aramadım hiçbir yerde bir dakika bile. Yüzümü sigaramın dumanının ardına sakladım. Kimseler göremedi, bilemedi. Kalbimi jiletli tellerle çevirdim. Dokundurtmadım. Bedenimi asit kuyusuna attım. Hiç çığlık atmadım. Çok sevildim. Çokça sevdim. Ardıma bakmadan her şeyi bırakıp gittim. Çok ağladım, çokça ağlattım. Vicdanım sızlarsa diye vicdanımı bağrımdan söküp köşedeki dilenci çocuğun babasına verdim. Zira ona daha çok lazımdı. Gözyaşlarımla bahçeler suladım, çiçekler büyüttüm. Mor menekşelerimi acımadan koparıp sokak orospularına armağan ettim. Kalpleri başka şeyler için de atmalıydı, belki bir incelik için mahçubiyetle içinde. Mezarlık gülleri büyüttüm içimde. İçimi söküp mezar taşları arasına diktim. Ben bir ahraz çocuk büyüttüm içimde. Çimlerde koşan, babasının aldığı kırmızı pabuçlarını hiç çıkarmayan, ütopyasını kar küresinde sakladığı çocuğu sevdim. Sesini bir benim duyduğum, bir benim sesimi duyan o ahraz çocuğu sevdim. Ben bir asker sevdim. Üniformasını ayrı, kanlı postallarını ayrı, barut kokan  dudaklarını ayrı sevdim. Ben bir katil sevdim içimde. Kalpsizlikle beni yarım bırakışını, bir yol boyu sızlamayan vicdanını sevdim. Ben onun kötülüğünü sevdim. Ben bir kaptan sevdim. Batan gemisini terketmeyişini sevdim. Önce çocuklar ve kadınları kayıklara yükletip sonra o kayıkları bombalayışını sevdim. Ben bir tanrı sevdim. Önce beni yaratıp sonra bana eziyet edişini sevdim. Sadakati sevdim. Ben bir çift yaralı diz sevdim.

18 Ağustos 2017 Cuma

Vakit Geçiyor

    Uyandım. Saat henüz 06.48 ve uyanmayı reddeden bünyem... Genelde gün sonunda toprağa girme isteği uyanır zihnimde. Bugün ilk kez bu kadar erken çekildim toprağa. İlk kez bu kadar öfkelendim nefes almaya, bu kadar nefret ettim yaşamaktan. Yoruldum. Öfkelenmek için bile yorgundum. Yüzüm düştü. Ruhum düştü. Maskem düştü. Başım döndü, kalbim döndü. Gözüm karardı, hayatım karardı. Ah hayatım, içim karardı. Ne çok güldük, ne çok ağladım. Bir sen güldün, bir ben... Bir ben ağladım. Bir sen güldün, bir ben ağladım. Bu işler sırayla. Ağlama sıramı ilk kez devretmek istedim başkasına bu sabah. Göz yaşlarım aktı, rimellerim aktı, saçlarımdaki kızıllar aktı. Kan oldu banyonun fayansı. Yumurta kaynattım sana. Senin payından civcivler çıktı. Lunaparktaki hız treni gibiyim. Ağır ağır çıkıyorum yukarı. Bir anda bırakacağım kendimi hızla aşağı. Ah neşem... İlk kez bu kadar çok hissettim aşağıya inerkenki huzuru. Hiç tadım yok. Yumurtamın hiç tadı yok. Tuzu da... Yürürken parkelere yapışıyor ayaklarım. İlk kez bu sabah nefret ettim yerden kalkmayan ayaklarımdan. İlk kez bu sabah, ölmenin vakti gelmiş de geçiyor, dedim kendime. Ah ömrüm. Ölmenin vakti gelmiş de geçiyor. Yorulmadık mı?

21'e Dört Gece


   Ölmek için yaşamak gerekir her şeyden önce. Yaşadım diyebileceğin bir anı bile yeterlidir bazen. Yaşıyor muyuz, yoksa sadece geçerken uğramak mıydı bu ayıp olmasın tanrıya diye?
    Böyle gecelerde yaşadım, böyle gecelerde öldüm ben. Evet yaşadım. Böyle gecelerde doğdum. Ve yine böyle gecelerde mahvoldum. Bilmiyorum. 21'e dört var. Doksan altı saat var. Felakete doksan altı var. Her şeyi unuttum. Hatırlamak için uğraştığım bir gecede tekrar her şeyi unutmak istedim. Kalbim delik benim. Kevgire çevrildim. Postum yırtık benim. Soyulup soğana çevrildim. Deliklerden sızan kanlarım altın kadehlerde yöneticisi bir pezevenkten ibaret olan orospular konseyine sunuldu. Böyle gecelerde yok oldum, böyle gecelerde var olduğum gibi.
    "Acını seç" dediler. "Nasılsa acıdan kurtulamayacaksın." Ölüm kadar gerçek ve kaçınılmazdı geceler. Her geceye bir acı oay ettim. Her gece bir parçamı sattım, her geceye bir düş doğradım.
    Böyle buyurdu büyükler. Özgürlüğümü çerçeveleyip bir duvara monte ettiler. Ayaklarıma beton döküp bileklerimi bir uçurtmaya bağladılar. Kesinlikle büyükler. En az kirli donları kadar kirli kalpleriyle sayfaları da kirlettiler. Böyle gecelerde aktım ben, böyle gecelerde karardım.

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Korkma Geçecek Bu Sancılar


    Ben bu insansızlığı sevemedim. İsteyerek de düşmedi tohumlarım bu toprağa. Dallanıp budaklanmadı zaten gövdem, yeşermedim, meyvelenemedim. 21. yüz yılın kanserli hücrelerinden biriyim. Bünyemi canavarlaştıran mutasyonlar geçirdim. Uzun yollar katettim yorulmak için olmadı ama durduğum yerde beni yormayı başaran insanlar sevdim. Ben bu insanlığı sevemedim. "Korkma, geçecek bu sancılar." İnanma sevgilim. Yaşam değil sürgün bunun adı. Küçük toz zerreleriyle kaplı gökyüzü. Biraz daha uza ki biraz daha çekebil içine bu kirli dünyayı. Bilinçsiz geldiğimiz ütopyalarımızda nasıl günahlar işlediysek cehennemi sunuyor zihnimiz bedenlerimize.
    Korkma, geçecek hepsi. Daha mı iyi, daha mı kötü bilmiyorum ölümden sonra yaşam gerçeği. Her soluğun ardından "Ya bir sonraki sonsa?" demek... Bu dünyada acı çekenler için kurtuluş diyebilir miyiz toprağa kavuşmaya? Sokaktaki kara kedinin tüyleri aklanacak mı sonraki hayatında, ısınacak mı her an durmaya hazır küçük kalbi? Ya adaletsiz bir oyunun piyonlarıysak ve her oyunda kullanılıp atılacaksak? Devrik cümlelerim düzensiz hayatımın yan etkileri ve sevmez bu dünyanın mutluları karmaşık hiçbir şeyi; koyu kalplerinde düzene dair bir şey bulmak zor olmasına rağmen. Mutluluk kötülük getirir. O mutluluğun tadına bakan insan bir daha kaybetmemek için onu her türlü karanlığı yırtıp üzerine atar tanrının. Tüm dinlerdeki Şeytanlara ayrı ayrı itaat eder, her bir Şeytanı bir diğeriyle aldatır her tanrıyı bir diğer tanrıya satar.
    Kıvrak ve sinsi bu çağın insanlığı. Velhasıl insansızlıklar üzerine kurulmuş vicdan yumaklarından ibaret insanlık kelimesinin modern anlamı. Süslü kedilerin önünde oyuncak edilmiş hepsi ayrı ayrı. Sokak kedileri ise en az insan kalanlar kadar yalnız ve sevgisiz. Aç ve susuz Afrikalı çocuğun gözlerinde arıyorum masumiyeti. Kimse bakmıyor bereketli toprakların içindeki kahve tenli çocuklara. Asya'da köpeğinden başka kimsesi olmayan dilenci çocukta arıyorum sadakati. Ölüyor açlıktan sahibi yok oluyor kahrından köpeği. Eş zamanda ölüyor kalbim açlıktan. Kalbi tokların midesi, midesi tokların kalbi aç kalıyor . yüzyılda. İnsanlık ölüyor, yeni doğan tüm çocukların vicdanları tömörlerle kaplı.
Metre kare başına kaç şeytan düşüyor? Bu çatılar altında kaç beden sevgisizce birbirine kenetleniyor? A noktasından B noktasına uzanan bu havuzu kaç çift göz, kaç saatte doldurur ağlayarak? Bilemiyorum. Bildiğim tek şey var: Ben bu insansızlığı sevemedim.

3 Ağustos 2017 Perşembe

Islak Orkestra


    Bilemiyorum kaç asırlık bir sancı bu. Hep merak etmişimdir. Öptün mü daha önce bir balığı dudaklarından? Sahilde rakısına eşlik ettin mi bir kadının? Üç kalpli ahtapot gibi sadık kalabildin mi tek kalpli deniz kızına? Saçları kitap kokan bir kadın sevdin mi? Dudakları mürekkep rengi bir kadın var mıydı topraklarında vaad edilmiş?
    Bilemiyorum kaç asırlık kuraklık bu. Vaad edilmiş topraklardan akan kanlar okyanuslarıma karışıyor. Deniz kızları okyanuslarda değil petroller içinde dans ediyor. Evler yıkılıyor, şehirler yok oluyor, yataklar ayrılıyor, dudaklar uzaklaşıyor. Yeri geliyor gökyüzü bile senden uzaklaşıyor. Gökyüzü yeryüzünden uzaklaşıyor. Toprak alıp başını gidiyor. Bazen de insan topraklar altından çıkamıyor.
    Hangi senfoninin kulakları sarhoş eden çığlığı bu? Keman ağlıyor, piyano yas tutuyor. Delilerden oluşan bir orkestram var. İşaretimle seyirciyi kör edebilecek güzellikte balerinlerim, baletlerim var. Okyanuslarda kol gezen ordularım var. Hep merak etmişimdir. Seviştin mi daha önce bir deniz kızıyla? Hiç gördün mü sen o iki bacaklı deniz kızını? Bir askere aşık deniz kızı ölüyor derinlerde. İnsanlığın askeri... O ben oluyor, ben o oluyorum bazen. Ölüyoruz insanoğlunun sularımıza bıraktığı denizaltılarının pervanelerine sürüklenerek. Orkestra susmuyor duyulmasın diye çığlıklarımız. Çığlıklarımız mercanları sağır etmesin diye. Kimse bilmiyor neden ağlar bu kemanlar, neden yas tutar piyanolar, neden bu kadar öfkeli olur viyolonsel. Şehir ışıklarını yıldızlar sanıyor deniz kızları. Yıldızları izlemek için derinlerden çıkıp gemilerin ağlarına dolanıyor örgülü saçları. Askere tutunuyor deniz kızı. Askerse rakısına meze yapıyor kadını. Barut kokutuyor mürekkep rengi dudaklarını. Vaad edilmiş topraklarda susuz bırakıyor deniz kızını. Üç kalpli ahtapota hasret bırakıyor susuz kalbini. Terk ediyor deniz askeri, terk ediyor toprak denizi, vazgeçiyor gök insanlıktan.
    Susmuyor viyolonsel, kurumuyor ıslak orkestra.

Yeşil Bar Birası


    Gözleri yeşil bar biraları gibiydi. "Seni severdim." dedim, eğer hâlâ sevebilecek bir kalp olsaydı içimde. Bir şey takıldı ayağıma. Yıkık koca bir şehirdi bu. Ve ayğlayan bir anne vardı. Memesinden akan kanlarla emziriyordu sevgili oğlunu. Barut kokan kanlı sütüyle... Bir de ben yıktım şehri koca bir tekmeyle. Öldürdüm anneyi de bebeği de. Herkes kötü bildi beni, bense o annenin bebeğine acıyan bakışına ve benden ölümü dilemesine tanık olmuştum. 
    Nefesi okyanus esintisi gibiydi. "Seni severdim." dedim, eğer atan bir kalp olsaydı içimde. Çürümüş bir beden. Çürümüş milyonlarca beden. Sevebilseydim seni belki yeşerebilirdim yeniden. Yeşerebilirdim belki seni sevdiğimi itiraf edebilsem. Öpemezdim  savaş ve yıkıntılar dolu gözlerinden. İtiraf edemezdim seni sevdiğimi ne var ki.
    Kır at gibi güzeldi. "Öldürebilirdim seni." dedim. Öldürebilirdim seni sevdiğimi kabullenebilseydim, sadakatsiz sevgini gördüğüm için. Ya da sevgisizliğini. Ete kemiğe bürünmüş tüm bu boş kalbini. Öldürebilirdim seni loş ışık altında oturduğun, o çimenler kadar yeşil gözlerinde bana yer olmadığı için.
    Tüm acıları sen yaşıyormuşçasına bakan gözlerine sütü barut kokan viraneler arasındaki o kutsal anneyi göstermek isterdim. Ve seni oraya gömmeyi dilerdim. Koca bir mezarlık yapmak ve oradaki her mezara bir bir seni gömmeyi dilerdim. Her mezarın başında bir bir ağlamak isterdim. 
    Bar birası gözleri vardı. Çimen yeşili bakardı. Acı dolu bir anne ve virane bir şehir yaşardı içinde. Çok içerdi, çokça ağlardı. Bir sabah uyandı. Uyanmanın anlamsızlığını tattı. Her sabah uyanmaya lanet etti. Okyanus esintisi nefesi vardı. Kesilmediği için lanetler ettiği derin nefesleri vardı. Bi sabah uyandım. O nefesi kesmeyi, o gözleri sonsuza dek kapatmayı istedim. "Seni severdim." dedim, "Eğer seni sevdiğimi önce kendime kabul ettirebilseydim."

1 Ağustos 2017 Salı

Misafir Sofrası


O buraya yalnızca geçerken uğramıştı oysa.Yanlış semte kurmuştu evini. Yanlış senaryolar, yanlış hayatlardı bunlar.
Ne insan eğriliğini gidermişti ne döşeği temizdi. Ev sahibi gelen bir misafire fazla mânâ yüklemişti. Ne gelenin kalbi ne kendi kalbi temizdi. Misafire en bereketli tarlanın mahsulleri seçildi. Misafirse ayağındaki tüm çamuru yatağa yorgana silmişti. Ballar, sütler, çilekler verildi. Misafirse yolda öldürdüğü yılanın zehrini sütüne damlatıp ev sahibine "Beni sen zehirledin." demişti. Zehir zehiri nasıl sökerse öyle söktü zehiri ev sahibi. Misafirin kirlettiği yorganda yatakta ağırladı yine onu. Nasıl anlatılır bilemedi. Misafir gitmemeliydi. Katlanılmalıydı ona göre tüm o çamura ve nankörlüğe. Misafir O'nun eviydi sanki. O boş tuğla yığınları arasındaki çiçekli pencereden soluduğu havaydı misafiri. O sofrada balsa masaydı misafiri. O döşekse çatıydı misafiri.
Değmezdi aslında. Gelmese de olurdu misafiri. Çamurları gül bahçesi görünürdü gözüne ta ki penceresini kirletene kadar. Zehri pekmez eyledi ta ki vücudunu sarana kadar. Dikenini tüy bildi ta ki ellerini kanatana kadar. Artık evi çamur, karanlık ve kanlar içindeydi. Misafirse büyük bir zevkle tüm bu pisliğin arasında sigarasını içiyor içkisini yudumluyordu. Dudağının kenarındaki hafif kıvrım, O'nun bu rezil durumunda, ne kadar büyük bir zevk ve nefret patlaması yaşadığını kanıtlıyordu. Ev sahibi korktu. En azından O'nun evi karanlıktı. Misafirinse kalbi zifiri ve korkutucuydu. Kanlar ve misafirin bulaştırdığı pislik içinde kalktı ve sofrasını hazırladı. Misafirini doyurdu, sonunda kalbi aç kalmıştı. Artık midesi kadar aç bir kalbi vardı. Misafir gitmeliydi. Misafir korktu. İkisi de biliyordu ki misafir gidince ikisi de evsiz kalacaktı. Farketmezdi. Bitmeliydi bu ağırlama. Misafir perdeleri açtı. Pencereden sızan ışık O'nu kör etti. Güller sundu misafir affettirmek için kendini. O'nunsa artık gördüğü yalnızca gülün dikenleriydi. Sofradaki son lokmayı O'na elleriyle yedirdi misafir. O'ysa yalnızca yılan zehrinin tadını alabildi. Misafir görmüştü ki tek aydınlık karanlığa giden yol olacaktı. Misafir sofrayı devirdi, misafir gitti, misafir geceye karıştı. O'ysa yıkıntı ve kirli evin izleriyle karanlığa gömüldü.

Ben buraya yalnızca geçerken uğramıştım oysa.Yanlış semte kurmuştum evimi. Yanlış senaryolar, yanlış hayatlardı bunlar. Burası benim sofram. Açken evimi açıp balla beslediğim insanların doyunca açlığını inkar ettiği, soframı devirdiği yuvam.

Olağan mı Dışında mı?

    Olağan değil mi ölmek doğmak kadar. Bir o kadar da mucizevi bir olay. Var olmak mı olay yok olmak mı? Var olmanın hacmiyle aynı değil mi yok olmak? Küçük bir taneden gelip o küçük tanede geri yok olmak... Sonsuz bir var oluş ve sonsuzluğa yolculuğun ilk adımı. Muazzam bir döngü. Muazzam bir mutluluk ve dehşet bir acı. Var oluş sancısı mı dediler yok oluşun ilk adımına? Yoksa zaten var mıydı aslında tüm yok olanlar bu dünyada? Atmosfere giren bir toz zerresinin avucuna düşmesi mi daha ağır, yıldızın yanarak göklerden topraklara düşen külleri mi? Küllerinden doğan bir dünya mı daha olağan dışı külleri bile kaybolmuş yıkık şehirlerde gezen insanoğlu mu?
    Saçlarım dalgalanıyor alevlerin sıcaklarından. Asfaltın sıcağı maskemi eritiyor. Gülen dudaklarım aşağı sarkıyor. Yüzüm düşüyor, kirpiklerim düşüyor yerlere. Kimse bir şey bilmiyor. Kimse bu gök neden yakıyor, yakarken ağlıyor bilmiyor. Kimse sormuyor doğru mu bu acılar. Kimse bakmıyor maskenin ardından avucuma düşen kanlı yaşlara.
    Sisli bir gece görüyorum önümde. Ay doğmuş geceye. Geceyse yüreklere doğmuş, yürekler gece gibi kararmış. Sessiz bir sokak var. Sokak yeşil, sokak aydınlık. Sokak başında eli baltalı karanlıklar. Şık takımlı bir adam var Merkür'ün alevlerinden ayakkabılar giymiş, sıcak! Venüs'ten düşmüş bir kadın var en az Venüs kadar güzel, alevli saçları! En az Neptün kadar soğuk kanları damarlarında, dondurucu! Gözlerini gördüm en az Güneş kadar sıcak, yakıcı! Çöl kadar kurak dudakları, ıslanmaya muhtaç! Karıştılar, dans ettiler, eridiler, üşüdüler, yandılar, küllerinden tekrar doğdular... Yaşadılar! Kurak topraklara yağmurmuşçasına yağdılar. Ağançmışçasına yeşerdiler. Ateş misali yandılar. Gece gibi karardılar, Güneş gibi doğdular karanlıklarına. Ay gibi sahiplendiler geceyi.
    Doğdular ve yıldız gibi öldüler.

Yitik

    Oturduğu yerden kalktı aniden. Anahtarları alıp evden çıktı. En yakın büfeden iki paket sigara, kırmızı bir çakmak, acılarının üzerine içmek için bir soğuk su aldı. Arabaya yürüdü. Anahtarla kapıyı açtı. Yan koltuğa aldıklarını ve çantasını bıraktı. Bu koltuğa her oturduğunda gideceği yerde yatan adamın gülüşü aklına geldiğinden hayata odaklanamaz, ölümü yalardı direksiyon başında hep. Tepedeydi gideceği yer. Tüm güzellikleri toprağın içine hapsetmiş bir yer... Vardıktan sonra yan koltuktakileri alıp indi. Yürüdü. Küçük kiraz fidanını ardından umutlarla beslediği çiçekleri suladı. Mermeri toprağı yaladı gözyaşları. Toprağa gözyaşlarını akıttı, toprak gözlerine ölümü fısıldadı. Bu umutsuzluk canını yaktı. Derinlerine akan asit şelalelerini hissetti. Paketinden birini seçti ve içinden bir sigara çıkardı. Ölüm kokan rüzgarı eliyle engelledi ve sigarasını yaktı. Buram buram ölüm kokardı bu topraklar kimseler bilmezdi en az bir hayat yitmeden kalpten. Kadının kalbinin yittiği kadar en az... Karanfiller yandı sigaranın aleviyle. Kül grisi oldu kadının göz bebekleri. Yitik bir mavi şal büründü gök yüzü üstüne. Kopmak istedi kıyamet, taşmak istedi cehennem. Vermek istemedi toprak onu kadına. Neden bu kadar mat yaratılmıştı toprak? Sevdiklerimizi bir daha görememek miydi amaç? Neden bu kadar karanlıktı gece? Görmek için can atarken akan yaşları gizlemek miydi amaç? Bir gece bereketiyle doğan insanoğlu, bir gece nasıl düştü kuraklıklara. 
   Zordu. Gecenin bu inceliği karşısında hissettiği mahcubiyet ve bunu taşımak zordu. Bu küçük bedende böyle yüklü bir ruhu taşımak, kıyametin kopmaması, cehennemin taşmaması, onca insan varken hep iyileri toprağın ağırlaması ve bu iğrenç entrikalarla yaşamak zordu. Sanki ruhundaki tüm yükünü sigara dumanlarına yükleyip uğurluyordu kadın. Başka neden yakardı ki insan karanfilleri zaten? Görünen o ki ruhu üşüyordu. Anlaşılan gözleri her şeyi görüyor, kulakları her şeyi işitiyordu. Deliriyordu. Cehennem beyninde taşıyor kıyamet kalbinde kopuyordu. Derin bir kötülük sarıyordu kadını. Yok olan bir kalp ve sevgi vardı içinde insanlığa karşı. Çünkü onu sadece toprağa uğurladığı fesleğen kokusu ve zambak beyazı yuvası mutlu ediyordu. Ne yazık hepsi yavaşça yitiyordu. Sonuna az kalmıştı. Öleceği anı bilerek toprağı okşuyordu. Durdu. Tırnaklarına dolan ölü toprağını gördü. Tırnaklarının içinden eksik olmayan ölü toprağı. Canını yakan herkese lanetler savurdu. Sevdiklerini yakan herkese küfürler dağıttı. Sigarayı kalbinde söndürdü. Karanfillerin küllerini göklere yolladı. Her şeyi yeni anlıyordu kadın. Her şeyi... 
    Az kalmıştı bitişine kadının. "Çok az." dedi. "Geliyorum."

13 Temmuz 2017 Perşembe

Parodi

    Görebiliyor musun bahtının karasını? Toz pembe gözlüklerle bakılan mavi Dünyanın kara bahtları...Duyabiliyor musun kalleş kahkahaları? Biçare dertlilere atılan o kalleş kahkahaları... Ya kalleşlere kalkan ellerin alkışlar tutmaları, güçsüze kaldırılan ellerin yumruklara dönmesi... Kanamıyor mu gözleriniz tüm bu zulüm dolu Dünyayı izlerken? Sızlamıyor mu vicdanınız tüm bu vicdansızlığa? Eksik dudaklardan dökülen namus fetvaları, kirli gözlere takılan süslü gözlükler, çirkin vücutlara giyilen dekolte elbiseler, boş kalplere okunan sevda şiirleri... Koca bir sahne olmuş kapılarınızın önü. Sürekli değişen bir oyuncu kitlesi olan karışık senaryolarınızla en iyi performansı sergilemeye çalışışlarınız? İzleyicinin kafası karışık, izleyicinin kendi senaryosu daha karışık. Referansları fuhuş yuvaları olanlardan seçilen muhafazakarı oynayacak oyuncular. Aman Tanrım bu ne korkunç parodi. Donuk gözlerden sevgi dolu bakışlar akmasını bekleyen sevgililer sizi. Yüz yıllık kahkaha ve göz yaşı kaynağı bu hayatlar. Bilmem kaç yüz yıl daha perdesiz evlerinizin kapılarının kapılı olmasıyla övüneceksiniz? Ah o iyiye de kötüye de kapalı kapılarınız. Ne yazık pencereleriniz yalnızca kötülere açık. 
    Bir kalp tembelliği almış gidiyor başını. Sevemiyor kimse kimseyi. Maskelerle sevişen insanlar görüyorum yollarda. Havlayan köpekler de ısırıyor artık. Kediler insanların nankörlüklerinden yakınıyor, köpeklerse sadakatsizlikten. Fareyle düştük bir şarap şişesine gece. İnsanların akıl almaz kemirgen ruhunu anlattı sabaha kadar. O anlattı ben dinledim. Zehirlerini püskürterek seni nasıl uyuşturduklarını ardından kalbini beynini nasıl kemirdiklerini anlattı. Korktum. Korkutucuydu zira. Oysa kim bilir kaç kez kemirildi bedenim ve ruhum insanlar tarafından. Derin sulara daldık, ışık kesilince tek devam etmem gerektiğini söyledi bana. Derinlere yüzdüm. Çok derinlere. Işıksız kuytu sulara. 
     Çirkin bir ahtapot gördüm gizlenmiş. Ürktüm. Ben ürktüm, o ürktü. Kaçtı derinlere. Ardından döndü. Sulara karışan gözyaşlarımı sildi. En az burası kadar derin mevzular doluydu bu yaşlar. Kalbimi açtım. Çürümüş kalbimi... Görmeliydi balık burcu kalbimden çıkan insansı karanlıkları. "Hangi kalbimi istersin yerine koymak için göğsüne?" dedi. Bir kalple kimseye bağlı kalamayan, sevemeyen insanoğluna bağlı kalabiliyordu bir ahtapot, üç kalple. Sustum. Sustu. Sustuk. Okyanusun dibinde insanlığın buradan daha dipte olduğunu anlattı sabaha kadar. Üç ayrı kalple bir kalple sadık kalabilmenin mümkünlüğünü anlattı. Ah ne büyük parodi! Sevgi titreşimleri suda daha hızlı yayılırmış. Suyla sevişince daha hızlı yeşerirmiş ağaçlar, daha hızlı büyürmüş çocuklar. Okyanuslardayken daha masummuş Dünya. Karalara çıktıkça kirlenmiş kalpler. Karada büyüyen çocuklar ihanet edermiş okyanuslara. İki bacaklı bu hayvanlar hükümdar olmuş dünyaya. Sonra gökten bir karanlık düşmüş. Bir suya bir karaya. Suların derinlikleri kararmış kaçsın sudaki atalar karadakilerden diye. Geceler olmuş karada saklansın kötülükler gecelere diye. Geceleri yutmuş insanlar. Geceler karardıkça insanlar da kararmış. İnsanlar karardıkça kalpler ruhlar simsiyahmış artık. Çiçekler açmış geceleri, gündüz parlamak için kalpler belki aydınlanır diye. Çiçekler harcanmış sahte sevdaların balkonlarını süslemek için. Anlamsız saçlara taçlar yapılmış buketler. Ah ne büyük parodi. Solmuş çiçekler, solmuş hayat.

11 Temmuz 2017 Salı

Kaç Doğum Sancısına Bedel Bir Ölüm?

    Bırakıyorum artık. Başlangıç dediğin sonla aynı şey. Sil her şeyi, herkesi!
    Ölüm kelimesinin somutlaşışı karşısında kıvranıyorken umudun varlığını anlatan insanların cehaletini kin dolu gözlerle izliyorum. Üç günün var yalnızca. Dün, bugün ve yarın. Aslında bir gün, anlayacağın. Her gün dünün aynısı. Her saniye bir öncekinin tekrarı. Kalbin durana kadar her kalp atışı bir önceki gibi aslında. Her acı, acıya alışana kadar aynı kanar aslında. Değişen yalnızca teselliler ve insanlar.
    Olmuyor! Ne yapsam olmuyor. Kaç teselli, kaç mektup eskitmem lazım bu kan akışına alışmam için. Başlangıçların sonlarla aynı şeyler olduğuna alışmam için kaç torba daha eklenmesi lazım göz altlarıma? Kaç hançer yarasına eşdeğer bu toprak kokusu? Kaç aşk acısı eder bu yokluk hikayesi? Kaç doğum sancısına bedel ölümün kalp ağrısı? Gönülden sen anlarsın, konuş onunla. Bu toprak sevdasıyla yanıp tutuşan gönlümü sen söndür.
Mor sümbüller, beyaz zambaklar bezenip gelinliğiyle gelecek sana. Durduramam O'nu. Sen durdur sen anlat. Kırmızı pabuçlarıyla çimlerde oynamaya gelecek yanına. Üniformanı giy bekle O'nu. Kollarını aç bekle O'nu. Omuzlarında gezdir O'nu. Toprağına kabul et O'nu. Papatya okşar gibi okşa O'nu.
    Tut ellerimden getirelim kansız insanlığın sonunu.

10 Temmuz 2017 Pazartesi

KARA KEDİ: Hangisi Daha Acınası?

KARA KEDİ: Hangisi Daha Acınası?:     Ah şu boş hayatlarınızı dolu göstermeye çalışışınız, dertsiz başınızla dertli gezişleriniz, karanlık kalplerinizi aydınlık, çamurlu yoll...

Hangisi Daha Acınası?

    Ah şu boş hayatlarınızı dolu göstermeye çalışışınız, dertsiz başınızla dertli gezişleriniz, karanlık kalplerinizi aydınlık, çamurlu yollarınızı çayır çimen sanışlarınız...
    Bilmezsiniz ki doğduğunun saniyesinden itibaren bir gözünüz hep toprağa bakar. Bilmezsiniz ki yaşamdan çok ölüme yakın geceleriniz, sabahlarınız. Hiç ölmeyecek gibi kirli dilleriniz ve her an sizi öldürecekmişim gibi kinli size gözlerim. 
    Ah o acılara film kaplı gözlük camlarınız...
    Ah o çığlık geçirmez filtreli kulak zarlarınız...
    Ah o gözyaşı, sevgi hissetmez kertenkele derileriniz...
    Yavrusunu yiyen timsah bile sahte olsa da gözyaşı döker. Ah o kör kalpleriniz...
    Ah sizi ikizler, ah sizi delirmemiş zavallı beyinsizler... Delirenlere mi acımalı yoksa tüm bu çaresizliklere sağır, kör akıllılara mı? Hangisi daha acınası? 
    Siz mi daha kalpsizsiniz, ben mi?
    Benim bataklık güllerim mi daha kirli, sizin dilleriniz mi?
    Benim sessizliğim mi daha sağır edici, sizin sahte kahkahalarınız mı?
    Benim kinim mi daha iğrenç, sizin sahte iyi niyet şovlarınız mı?
    Ah! Anlatamazsın.

9 Temmuz 2017 Pazar

Her 21'e Bir Ölüm

    Yirmi birleri hiç sevmedim zaten. Her başlangıcın sonun habercisi olduğu gibi bir yirmi bir diğer yirmi bir belasının haberini verdi bana. Her 21'e bir yıkım, her 21'e bir hüsran düştü. Her 21'de bir veda busesi kondurdular avuçlarıma. Her 21'de bir acı, her 21'de bir ölüm... Nasıl büyük yıkımlar bırakacaklarını bu günlerde gelerek göstermişti herkes bana aslında. 21'lerinde... Her ayın 21'inde bir gül soldurdum kalbimde. Her 21 ay dönümünde bir çocuk öldürdüm içimde doğumların şerefine. Her 21'inde 21 kere intihar ettim var olmamın şerefine. 
    Her yeniden doğuşum 21' li gün dönümlerinde gerçekleşti benim. En büyük lekemi bana bırakacak insanı tanımam yine bir ayın 21'indeydi ve ben yalnızca 18'dim. İlk aşkımın ilk en büyük yalnızlığımın habercisi yine bir 21'iydi ve ben yalnızca 20 idim. Uğursuz geldi bu 21'ler bana hep. Lanetliymiş 21 gidişinle emin oldum. 
    Beni var eden insanın bir ayın 21'inde ansızın gelişinden belliydi bu ölümcül tehlike. Dünyaya gözlerini açtığın sayıyla dünyaya gözlerini kapattın. 21 Nisan 1970- 21 Haziran 2017... Özledim, bana 21' leri miras bırakan adam. 
    21' ler baba. 21'inde dünyaya gözlerini açtın ve ben var olacağımı öğrendim. 21'inde dünyaya gözlerini yumdun ve ben yalnızca 21'dim. 

6 Temmuz 2017 Perşembe

Kirli

    Zemin kaydı, eksen kaydı, gönüller kaydı sevdalarından.
    Maskeler takıldı, kalpler sahteleşti. Göğüs boşluğunda aniden sızlayacak kalpler bulmak ne zor. Midedeki kelebekleri yılanlar avladı. Saçlar kısaldı rimeller aktı. Küçük bir tebessüm için ne çok harcandı dudaklardaki rujlar, ne çok savruldu sevda şiirleri. Toprak kurudu, ağlayamaz oldu gök. Çatladı kahrından taş toprak. Kuraklaştı vicdanlar. Dudaklar allaştıkça alçaldı verilen buseler. Gözler boyandı kirlendi bakışlar.
    Evlerin içleri kirlendikçe bataklığım temiz kaldı. Salon çiçekleriniz solarken bataklığımda güller açtı. Duvarlarımı sarmaşıklar kapladı. Toprağım katiyen kalpleriniz gibi kirli olmayan ancak dudaklarınız kadar kırmızı güllerle doldu. Evlerimi aydınlatırken ateş böcekleri karanlığınızın kirliliği lambalarınızı patlattı. Dar geçitlerim yaylalara, süslü sokaklarınız uçurumlara çıktı. Karanlığım sahillere, aydınlığınız kirli geçmişlerinize çıktı.
    Pistlerinizde dansedemiyorsunuz artık. Ayaklarınızı vuruyor süslü rugan ayakkabılar. Ormanlarıma dokunmayın. Temiz topraklarım kirli kalplerinizi kabul etmeyecek kadar. Bu karanlık benim. Aydınlığınızla kirletemeyeceğiniz kadar zifiri. Kalbime dokunmayın. En güzel yalanlarınıza bile kanamayacak kadar kırıldı.
    Mezarlıklarım soğuk kirletmeyin sahte sıcaklıklarınızla.

3 Temmuz 2017 Pazartesi

Eksik Parçalar

Ne kadar karanlıktaysanız renkleriniz o kadar solar. Beyazı da siyahtan ayıramayacak duruma geldiyseniz eğer hoşgeldiniz. Acıları kanatıp yazdığım yazılara mürekkep olunuz.
Herkes yalnızdır içinde biraz. Ne var ki kimse kimsenin yalnızlığını gideremez. Her insan eksiktir. Milyonlarca parça olarak birleşsek de hep eksik bir yanımız kalacak kadar yarımız. Yalnızca bana yara izlerinizi gösterebilirsiniz. Buysa sizi de beni de daha yalnızlaştırır bayım.
Ne yaparsan yap bir kere acı çekmiş insan bir daha yalnızlığını gideremez, tamamlanamaz. Yaptığı her şeyde bir parça daha eksilir. Ve eğer karşısındaki insan onun acılarını görüyorsa yalnızca dökülen parçaları beraber izlerler. Bazı insanların ölmesi için kalbinin durması gerekmez yalnızca sonuçta değil mi? Çok kaybettik. En başta kendimizi kaybettik. Siz de en az gidenler ve vazgeçilenler kadar ölüsünüz artık.
Bambaşka dünyamda kaybolup sadece siyahla seviştiğim hayatta kaybolmak istedim. Karanlıktan çıkmamı söylediler. Karanlıktan çıkmamı söyleyenler beni korkunç karanlıklara ittiler. Ardından hepsi o karanlıklara gömüldüler. Kimi ölüyken kimi hayattayken gömüldü. Gömüldüler işte. Ve onlarla beraber seni de gömdüler. Bu durumu değiştiremezsiniz ama beraber izleriz. Bana yaralarınızı gösterin. Ardından yaramıza damlatılan kezzabın etimizi nasıl delip geçtiğini izleyebiliriz.

Dehşet ve Sorgu

Uzay... Evren bilimcilerin onca araştırmasına rağmen bunca gereksiz insan yığınının bu Dünyaya, evrene neden geldiğini çözemiyor. Çözmek de zor. Çözebilir miyim bilmiyorum bu Dünyaya geliş amacım ne bilmiyorum. İnsanlığı değiştirmek için mi yoksa sadece acı çekmek için mi bilmiyorum. Bildiğim tek şey kafamda tasarladığım intikamı insanlıktan aldıktan sonra buradan gideceğim. Dehşet ve sorgu... Dünya dehşete düşürecek kadar korkunç bir yer. İnsanlarınsa bu dehşeti nasıl görmediklerini ve mutlu olduklarını sorgulamadan edemiyorum ne yazık ki. Ölen şeyleri seviyorum çünkü bildiğiniz gibi papatyalar ölünce kokar. Hayata tutunmak için savaştım hep. Ama savaşlar iyi değil. Yalnızca öleceğim günü tasarlayarak yaşıyorum şimdi. Sorgulamaktan başka bir şey yapamaz durumdayım. Beni duyup anladıysanız acılarımı anlayacak bir acı birikiminiz var demektir.

Özür Dilerim

    Usulca anahtarı çevirdim. Gelen tık sesi ile kapıyı ittim. İçeri girdim. Karanlıktan gelen ayak sesleri benim değilmişçesine O'nunla sohbet etmeye başladım. Silah bulma ümidiyle çekmeceleri kurcaladım. Bulamadım! O'na sordum. Silah olmadığını bıçakla da bu işi halledebileceğimi söyledi. Mutfağa yöneldim. Bıçakların hepsi kirliydi! Bu dünya ne kadar kirliyse aksine o kadar temiz bir ölüm istiyordum. Bıçaklar bu ölüme uygun değildi. Özür diledim ve yere çöktüm. 
    Masum olduğum dönemlerde masumiyetimi kullanıp onu öldürmelerine izin verdiğim için özür diledim. Göz yaşlarımı boşa akıtıp bugünlerime gözyaşı bırakmadığım için özür diledim. Yaşadığım için yaşamayan herkesten özür diledim ve ben ölüyken gözümün önünde yaşayan herkesten nefret ettim. 
    Bir ölü olarak tüm ölüler adına toprağa teşekkür ettim.
    Allah'a isyan ettim bunca acıya katlanabilecek bünyeler yarattığı için, bunca acı ve haksızlığı var ettiği için. Allah'a teşekkür ettim. İsyan etmek için bir yaratıcıya ihtiyaç duyuyordum...
    Sustum, sustum, sustum... Dilimden başka bir şey gelmedi çünkü. Beynimdeki fırtınanın ve kaosun dilimden dökülemeyişinin, gözümden akamayışının acısını çektim. Dilimden, beynimden gözümden ve bu isyana muhtaç olan tüm insanlardan özür diledim. 
    Ölüydüm; bunu göstermenin bir yolu olmalıydı aynı zamanda bir özür niteliğinde.
    Doğru. Tıpkı senaristin kurgusundaki gibi. Sokak başına kendini asmış bir adam ve kucağında tüm insanlık adına bir yazı.
    "ÖZÜR DİLERİM"

Nesrin Bıraktım Mezarına


    Canan diye ağladılar karşımda. İçimdeki can derdinin acısını çeksinler istedim o an.
    Bir Nesrin bıraktım bu gece mezarına. Sen eşim dersin, ben anne, insanoğlu bir başı bükük yaban gülü. Irmaklar akıttım toprağına. Sen nur dersin, ben gözyaşı, insanoğlu bir deli fırtına. Sessiz bir çığlık attım ardından. Kimi sağır oldu haykırışımla, insanoğlu zaten sağırdı bu acılara. Gözyaşlarına kör insanlık, akmamayı öğretti yanaklardan; sulara.
    Bir yıldız seçtim senin için gökyüzünden; küçükken senden istediklerim gibi. Sen nasıl veremediysen o yıldızı o gün bana ben de dokunamadım. Baktım. Bakakaldım. Toprağın altına girerken sana bakakaldığım gibi bakakaldım. Sana dokunamadığım gibi dokunamadım yıldıza da. 
    Kahrolsun tüm bu kurak topraklar dedim. Kahrolsun! Senin girdiğin toprak patlamalı oysa güllerle, papatyalarla. Papatyalar demişken; bilirsin ölünce kokar papatyalar. 
    Şimdi sen öldün, koktu papatyalar.

13 Haziran 2017 Salı

Haykır

    Daha az gülüyorum artık, gülümsemelerimse daha sahte ve profesyonel. Tüm şu ömürden yanıma kalan yalnızlık ve acı. İstersen özgürlük ve tecrübe diye basitleştir. Kalk ve haykır. Sesin çıkmasın koca boşlukta sessizliğin yankılansın. Korktuğun ne varsa yaşa, sonra sana umuttan bahsedenlere sahte gülüşler savur. En ağır acılarla kana, karşında tırnağının kırılmasına dünyayı yıkanlara teselli ver. Sev, sevilme. Tutun, dalın kesilsin. Uç, kanatların kırılsın. Yüz, boğul. Tırman, düş...
    İnsanlara sarıl ki sarıldığın yerden bıçaklasınlar.

7 Haziran 2017 Çarşamba

Hileli Terazi

    Geride kalan her anı gibi bu da biraz acıtacak ve izleri kalacak. Tıpkı şu an olduğu gibi biraz kanatacak avuç içlerimi. Kalbimden habersizlerdi. Umurlarında da değildi. Önemi yok. Söylediklerimi ve yaşadıklarımı anlamayan hatta çığlıklarıma kulaklarını tıkayıp hakkımda alakasız ve kendi kirli kalplerine uygun eleştiriler yapan insan müsveddeleriyle dolu çevrem. Kalkıp öldüresim var kendimi hızlıca ya da hiçbir zahmet içine girmeden burada böyle ölümün bulunmasını beklemeliyim yavaş yavaş.
     Bilmiyorum; ölüm ne kadar hafifletici, yaşam ne kadar iğrenç ve ağır artık ölçemiyor teraziler. Hileli bir tartı dünya ve acıyla doğru orantılı dünyanın sana atacağı tekme sayısındaki artış. Ah benim betonlaşmış kalbim. Betonla etrafını ördüğün bahçende hala kır çiçekleri açıyor ve ben o bahçede öldürdüğüm kuşları, bahçivanı,  çiçekleri, ağaçları izliyor yağmurlar yağdırıyorum.
    Yine geç kalıyorum bir şeylere, hissediyorum. Sürekli koşuyorum. Ardından görüyorum ki başladığım yerdeyim. Küçük bir çocuk saflığıyla "Tüm dünyayı dolaşıp evime döndüm diyorum." derken koca bir yelkovan tokadıyla uyanıp tek bir adım bile atamadığımı fark ediyorum. Yazık diyorum benliğime, kalbime,zihnime. Yok oluşumu hızlandırmak için yaptığım her şey gözyaşlarımdan ve bahçelerimden biraz daha uzaklaştırıyor beni o kadar. Yıldırımlar, fırtınalar yolluyorum sevdiklerimin üzerine öfkelerimden oluşan. "Nasıl" diyorum! Nasıl görmediniz çığlıklarımı, nasıl en büyük çığlığımı attırıp çekip gittiniz? "Neyse" diyip susuyorum. Neyse! Siktir et!

Mayhoş

    Mayhoş bir gülümseme takındım yüzüme. Kafam hafif dumanlı; belki, hatta en az senin kadar da güzel. Yarım kalan kadın demiş miydik? Dudakları, gülüşü, kalbi yarım kadınlardan ne demde acı verecek kadar bahsettim?
    Sen ne kadar yarımsan en az o kadar eksik bir kadınım. Sarhoşum demiş miydim? Uyarmalıyım seni. Sarhoşluğumdan ziyade aşkımın büyüklüğü ve çekilmezliği konusunda uyarmak isterim seni.
    Belki bugün, belki yarın unutursun. Belki de asla unutamayacak olmanın acı gülümsemesi bu mayhoşluğun sebebi, mayhoş gülümsemelerimin sebebi. Seviştikten sonra acı dolu bir bakış ve aşkla seni izlememin sebebi bu. Ne dediğimi bilmiyorum. Sarhoşum demiş miydim? Kahroluyorum! Ovalar , platolar denizler, okyanuslar boyu kahroluyorum! Beni sonsuzluğuna layık görmeyişin kadar büyük bir kahroluşla gülümsüyorum. Gülümsüyorum sevgilim. Elimden başka ne gelir ki? Gözyaşı dökemeyecek kadar susuz, sabrı zirvede yaşayacak ve tüm dünyaya öğretebilecek kadar aşığım. Acıyorum; dünyaya, sana, kendime... Ama en çok kendime. İntihar etmeye cesareti bile olmayan geleceksiz, ümitsiz vakayım ben. Yaratana secde edercesine eğildim kalbinin önünde. Varlığını bilmeden taptım kalbine. Ah, ne büyük keder!
     Kalemim hareket ediyor. Bir yudum daha alıyorum içkimden. Küllükte kayboluyorum. Anahtarı çevir. Bizi odaya kilitle. Cehennem veya değil. Sadece kilitle! Daha çok ızdırabımız var. Izdıraplarımız kadar büyük kavgalarımız, acılarımız ve eksiklerimiz var. Islak zemine bastım. Çoraplarım ıslak. Soy çoraplarımı! Hırsızsam başımdan, sarhoşsam ayaklarımdan başla soymaya.

9 Mayıs 2017 Salı

Çok mu Karanlık?

Bir insanın kalbi ne kadar kırıksa karşısına kötü insanların çıkma olasılığı o kadar yükseliyor. Kötü insanlar da başkalarının yarım bıraktıklarıdır çünkü. İnsan yarım bırakıldıkça karşısına iki yol çıkar. Her yarım bırakıldığında... Aydınlık ve karanlık...  Çoğumuz karanlıkta kaybolmayı seçeriz. Kırık kalp bir başka kırık kalbi gözlerinden tanır. Kırık kalpler birbirini nerede görse tanır. Velhasıl tutarlar ve daha çok kırarlar birbirlerini niyetleri iyileştirmek olsa dahi. Bu yüzdendir ki bir insanın kalbi ne kadar kırıksa karşısına karanlıkta kaybolmuş bir kırık kalp çıkma olasılığı o kadar yüksektir.

17 Nisan 2017 Pazartesi

Ne Denir ki?

   Ardından sordu: "Ankara nasıl, sen nasılsın?" Ne denirdi ki? Aynıydı. Aynıydık. Ankara her zamanki gibi gri. Bense... Bense siyah. Griliklerinde rengarenk hayatlar saklayan ve o renkleri gittikçe solduran şehir, beton şehir Ankara'ydı işte. Betonları mı yoksa insanları mı daha gri, daha soluktu bilmiyorum. "Eh!" demekle yetindim. Ehti çünkü. "Eh! Ankara da ben de aynıyız." Neden ehti? Sorun mu vardı?
Tabii ki sorun vardı. Başlı başına dünyaya gelmiş olmam bile sorundu aslında. Hatta bu Dünya'nın var oluşu, o saçma patlama, evrimselleşmeye ayak uydurup insanın şu anki haline gelişine katkıda bulunmuş her varlık başlıca bir sorundu gözümde.
    Bir beynimin, bir kalbimin oluşu sorundu. Gözlerimin kulaklarımın oluşu yeterli bir problemdi. Bunca rezaleti görmem duymam farkında olmam bana acıdan başka bir şey katmıyorken insanların mutlu oluşu ve mutsuzluğumu sorgulamaları sadece öfke yaratıyordu benliğimde biraz daha.

    Zamanın var oluşunu ve aynı hızla yok oluşunu izlerken sorulması gereken tek şey buydu zaten: "Ya sen? Ankara bile bu kadar griyken sende hiç sorun yok mu?"

11 Nisan 2017 Salı

Evrenden Gözyaşlarına Uzanmak

    Hep geç kalırım ben. Bir dolmuşa, belki bir trene ya da bir durağa. Yetişecek gibi olurken önümden geçip giden hayatı izlerim. Sadece izlerim. Resmen şu an olan şeye vereceğim isim işte. Geç kalmışlık hissi... Bir var olamayış hikayesi... Hikayenin sonuna gelmişken öyküye dahil olmak isteyen üçüncü tekil şahıs. Benim o. Benim olmayışımın kanıtısın sen de hayatındaki diğer her varlık gibi. Var olamayan yalnızca benmişim gibi içiyorum. Gibisi yok. Varlığımı kendi bedenim dahilinde hiçbir habitatta hissedemedim. Geç kaldım yaşama. Evrenin sonuna doğru akıttım gökyüzünden gözyaşlarımı. Yine bir geç kalmış gözyaşıyla düştüm doğa ananın kollarından anne rahmine. Kanlı bir kalbe düştüm. Kirli kanlarla dolu bir kalbe. Hadi ama sevgili. Reddedemezsin ruhundaki var oluşsuzluğumu. Geç kaldım ruhuna, zihnine, kalbine... Kısacası sana. Yine. Hep geç kalırım çünkü ben hayatta. Belki bir dolmuşa belki bir durağa ya da hayata. Sen senden vazgeçtin, bense sana düştüm. Yetişemedim umutlarla dolu kalbine. Elimde kanayan bir kalple tanıştım seninle. Sana geç kaldım. Kirli kanlarla doldu kalbim. Temiz bir ruh sunmak için koşmadım sana.
    Ve yine yetişemedim. Ne sana ne kendime... Sabahlara yetişemedim geceler doldu içim. Sabahlara yetiştiremedim sevdiğim kalbi, geceler doluydu ona vardığımda içi.
    Kaç gece sürer bir gözyaşının evreni gezip gözlerine dokunması? Ağla sevgilim çünkü ben sana geç kaldım. Gözyaşlarını akıtamam belki ama senin yerine okyanuslar boyu ağlayabilir kalbim. Çay içeriz. Sigaralar içeriz geceler boyu. Ne kadarsa acımız o kadar çok içeriz. Yetişemem ruhuna ya da akamayan gözyaşlarına belki. Yetişemem hep geç kalırım ben. Ama yetişemediğim her can acın kadar kanatırım kalbimi eğer sen dilersen. Dans ederiz, yaşam kavgasını kirlilere at. Yetişemem ayaklarına. Boşver ben hep geç kalırım hayata ama şimdi biraz yavaşla. Yelkovanı çöpe at, acılarını yak bırak dans edelim közlerinde. Ne kadarsa acılarımız o kadar dansedelim. Gerekirse sonsuzluk kadar. O yetişilememiş eski sonsuzluğu yok etmek için  yakalım tabanlarımızı. Hadi şimdi biraz yavaşla bedeninden ruhuna açılan kapıya yetişmek için uzanmam lazım.

7 Nisan 2017 Cuma

Unutulmuş Bir Ölü

    Daha derin nefes alıp daha çok acı çekerek kendimi hayatın güzel olduğuna inandırmaya çalışarak intihardan vazgeçmeyi deniyorum. Bir kez daha ipten kurtarılıp biraz daha delirmemek için mutluluk ceketimi atıyorum omuzlarıma. Bir sigara daha yakıp karanlık caddede ilerliyorum. İlerliyorum, ilerliyorum, ilerliyorum. Daha ileriye, daha karanlığa, daha ıssıza, daha geceye... Belki bir sabah ölüm bile bulunamaz paramparça unutulur giderim diye her gece sigaramla daha ıssıza kaçıyorum ve sabah yatağımda uyanıyorum. Ölemiyorum. Ölmek için uğraşırken beni hayatta tutan şu dünyaya sadece delirerek cevap verebiliyorum. Delirdikçe dumana karışıyorum duman bana dokundukça deliriyorum. Kararıyorum. Her dakika biraz daha kararıyorum. Akmayı bile beceremez olmuş gözyaşlarıma artık katlanamıyorum. Yükten başka bir bok olmayı beceremeyen kendime katlanamıyorum. Ardımda bırakabileceğim güzel tek bir şey bile kalmamışken kendime pislik muamelesi yapmadan edemiyorum. Bedenimden ziyade ruhuma dokunan kimse olmadığı gibi yine kendi ruhuna erişemeyen bir benle yaşayamıyorum. Bir bedenim var caddede bir de kapana kısılmış ve asla dokunamadığım o karanlık ruhum. Zira artık varlığından bile şüphe ediyorum. Ben bu sevgisiz dünyada daha fazla nefes alamıyorum. Ne var ki kendimi daha fazla bu sahte dünyanızın güzel bir yer olduğuna ikna edemiyorum.
Ben sonsuzluk istiyorum. Geldiğim ormanıma dönmek, bu asfalt dünyanızı terketmek istiyorum. Sadece şiirlerde yada eski siyah beyaz filmlerde gördüğünüz sonsuz aşklarınızın gerçeklikteki sahteliğinden kaçmak beni babam gibi seven adamın kollarında saklanmak istiyorum. Ben daha fazla dans edemiyorum indirin pistten. Bu zemin en az sizin kadar kaygan. Bırakın kolumu bayım ya da sevin beni sonsuzlukla beraber. Ya benimle beraber in pistten ya da bırak dar ağacıma gideyim. İskarpinlerim sizin olsun ben kırmızı pabuçlarımı istiyorum ya da dokunmak bir mezar toprağına yalın ayak. Ya ver kırmızı pabuçlarımı bana ya da bırak tek gideyim mezarıma yalın ayak. Ölüyorum. Dudaklarıma eğil ve hızlandır biraz.

6 Nisan 2017 Perşembe

Anlayabilirseniz

    Değişir kadınlar efendim. Hem de sürekli bir değişim barındırır bünyeleri. Kalpleri, gözleri, bakışları, elleri, saçları... Bir bakışta değişir bazen, huzurlu bir kokuda küçük kız çocuğu olur anne kucağındaymışçasına. Kırmızı pabuçlarıyla gelir tutarlar ellerinizi. O çimlerde özgürce koştukları nadir özgür hissettikleri anılarıyla gelirler size. Babalarının aldığı ilk aşk dolu öpücüklerini aldıkları o kırmızı pabuçların geldiği saflıkla aşkla gelirler. Huzurla aşkla atlarlar kucağınıza, taşıyabilirseniz. Saf ve temiz gözlerle bakarlar gözlerinize, görebilirseniz. O kalplerine geçirdikleri taştan zırhı çıkarıp girerler kalbinize, girmesine izin verirseniz. Velhasıl değişip gelirler size, sevebilirseniz. Sevdikçe daha çok değişirler. Kırıldıkça da değişir bir kadın. Siz dallarını kestikçe o dikenlerini uzatır size, dayanabilirseniz.Gözyaşlarında boğarlar sizi, yüzemezseniz. Velhasıl değişip giderler sizden, katlanabilirseniz.
    Olgunlaştırırlar kadını, taşlaştırırlar. Yanisi... Değişirler işte, kadın sonuçta. Değişmek zorunda kalırlar. Hep giderler kadından. Seviyorum der giderler, gitmem der giderler, bir şey söylemeden çeker giderler, boş bedenlerini bırakıp kadına ruhlarını alır giderler. Giderler ve değiştirirler kadını. Yarım kadınlar dolar dünya. Giderken kadının yarısını da götürürler çünkü. Yarım kalbiyle sevmeye yaşamaya devam eder kadın. Yarım dudaklı, eksik gülüşlü, yaşama sevinci çalınmış kadınlar değişmeye devam ederler. Seviyorum diyen adamın gözündeki, unutamadığı o yarım kadını görüp sevmeye devam eder. Yarım bıraktığı ama sevmeye devam ettiği diğer kadını bilerek yarım kalbiyle sevmeye devam eder; sevişmeye, kaybolmaya, taşlaşmaya, kanamaya devam eder. Değişir kadınlar. Eh! Kadın işte değişir her kadın biraz. Eksik kalır her kadın biraz. Sigara dumanının arasından çıkar yarım suratı. Eğilip rakı bardağına uzanır kadın. Bir yudum alıp oradan adamın dudaklarına akar. Ama hep yarımdır bir kadın. Yarım öpüşüyle dağılmış kırmızı rujlu dudakları, rimelleri akmış mor gözleri, belki sarı belki siyah belki olmayan saçlarında uyutur adamı ama hep eksiktir saçları kadının. 
    Değişir kadın ne var ki saklar hep kırmızı pabuçlarını kalbinde. Annesinin saçlarından koparıp saçlarına taç yaptığı papatyalarını hep saklar bir kadın. Gözyaşlarını sakladığı yağmurları unutmaz kadın. Hikayelerini hep saklar. Yarım kalmış hikayeler, pis yağmurlar, rengi solmak bilmeyen kırmızı pabuçlar, kurumuş papatyalar, yarım bir dudak, kırık bir kalp... Belki korkak, belki yorgun ama kesinlikle yarım kalan kadınlar...
    Ah kadın! Kaybettikçe, kazandıkça değişen kadın! Sevse de kaybetse de yaş atladıkça adına bir "Orospu!" daha eklenen kadın! Sevse de sevilse de, uğruna ölse de ölünse de adı hep ama hep fahişe kalacak olan kadın! Kadınlar! Orospu çocuklarının, piçlerin namussuz anneleri orospu fahişe kadınlar! Kalbi, bedeni bembeyaz olsa da sevmek dedikleri şeye fahişelik diyen adam olmayan adamların lekelediği kadınlar! Değişen kadınlar...
    Değişir kadınlar. Her gece, her sabah, her sarhoşlukta, her sigarada belki de her acıda azar azar değişir kadınlar. Hayal kurar değişir, bir baba öpücüğüyle değişir, belki de bir babanın yok oluşuyla değişir, annesinin her gözyaşında değişir, aşık olur değişir, sevilmez değişir, ondan giderler değişir, gerçek aşkının kucağına ilk verildiği anda anne olmanın sarhoşluğuyla değişir. Onu sigara başlatan nedenler arasında kaybolurken değişir, her sarhoşluğunda bir miktar değişir, sever değişir, sevilir değişir, ölüme koşarken değişir. Ama mutlaka değişir. Belki iyi gelir bu değişim belki de kötülükler arasında kaybolur değişirken ama mutlaka değişir ve genelde iyileştirmezler kadını. Kadın kaybolur adam sandığımız adamlar da çeker gider. Velhasıl anlayabilirseniz eğer kadınlar değişir.

28 Mart 2017 Salı

Çakmağım Nerede?

Ömrümün son demleri olduğunu bilerek yaşıyorum. Bunu bilenin yalnızca ben olduğunu bilerek yaşıyorum. Her öksürükte bir parça daha eksiliyorum. İçimden kopup dudaklarımın arasından çıkarak benden kaçan kan parçacıklarını seyrediyorum ve bundan zevk alıyorum. Her gri hava bulutuyla daha hızlı koşuyorum. Toprağıma... Topraktan gelen bedenimi sudan uzak tutuyorum kuraklaşması için. Hesap sormak ve isyan etmek için bir yaratıcıya ihtiyaç duyuyorum. Daha çok bağırıyor daha çok isyan ediyorum her geçen dakika, saniye ve salise! Ağlayamıyorum. Doğru ya! Susuz bir toprak ne kadar terleyebilir ne kadar ağlayabilir?

Söyle! Neden bu kadar ihtiyaç duyuyor tenim o soğuk mezara? Neden her dumanla hızlandırmaya çalışıyorum ölümümü? Neden herkesten saklıyorum acımı? Ya da neden düşünüyorum başkasını kendimden daha çok?

Ah! Ne acı!  Ne tatlı, ne büyük huzur! Buradaki cehennemden kaçıp başka bir cehenneme koşuyorum.

Ne kadar sürer dersin? Ölmeden önce bana bakan gözlerini yine görebilir miyim?

Sadece bir an önce şu illet sayesinde toprak olmak istiyorum. Ben yalnızca ölmek istiyorum bayım.

O halde hızlandıralım. Çakmağım nerede?

Bla ve bla

İçimdeki çocuğu yanıma almayı unuttum bugün. Ancak kaçamadım. Kan izlerimden yolumu bulmuş. Peşimden gelmiş bugün. Geçti karşıma seni anlatıyor şimdi.
Odama uğramış, kanlı göz yaşlarını takip ederek yolumu bulmuş. Ardından sana uğramış. Kapıdan girer girmez yaktığın sigaranın dumanının arasından sızan acıyı ve kederi anlatıyor saatlerdir. Kalbinin yarım atışını, gözyaşlarını saklayan bir kadını öperkenki acını anlatıyor yarımlığını saklamaya çalışışını bla bla bla...

Neyse.  Sanırım kar küresini okşayıp biraz derinliklerde sarhoşlaşacağım.

Kanlı Bordo

Utanırım unutmazsam dünü bugünü ve yarını. Hepsi bir kumpas hepsi koca bir komplo. Kalp ritminin stabil kalmaması için yazılmış senaryolar. Fakat sen o senaryodan bağımsız izleyici kitlesine mensup gibisin. Gözlerinde bir oyuncu inandırıcılığı değil aksine ziyadesiyle bu komploya maruz kaldığını farketmiş olmanın acısı var. Ne var ki oyunculardan daha bağlısın senaryoya, farketmiyorsun. Zira böyle bir göz deviriş olamaz kadere karşı ya da senaryoya. Farkında olduğun senaryoya... Sürekli yakarışlarını izliyorum çaresizce. Velhasıl tüm dünya sanki benim için hazırlanmış bir ölüm kapanıyken sanki benim  ölüm kapanıma, benim senaryoma yanlışlıkla düşmüş ve neye uğradığını şaşırmış gibisin. Burası senin dünyan değil bu senin senaryon değil. Senin senaryon bu kadar karanlığı haketmiyor sevgili. Bu senaryo doğarken gözlerine ölüm üflenmiş bir canavarın senaryosu. Kurumuş kanlarla bezenmiş bordo eski püskü sayfalardan ibaret.


20 Mart 2017 Pazartesi

Kuytu Saatler

    Rimelleri akmış bir kadın gördüm gecenin en kuytu saatlerinde ve sakalları kirlenmiş bir erkek vardı karşısında. Karanlık dolu gözlerle bakıyorlar. Birbirlerine değil duvarlara. Rimelleri akmıştı kadının. Çok değil biraz. Ve kalbine ulaşılamamıştı kadının.
 Acıları vardı adamın. Çok değil, bir miktar acı dolu küçük yüreğiyle izliyordu duvarları. Saklanan acılar vardı. Birbirlerine baktıklarında kaybolan ama asla dilden dökülmeyen yaralar vardı. Haykırırken sessiz çığlıklarında kayboldukları yaralar çürütüyordu bedenlerini.
Derken kadın çevirdi yüzünü duvardan. Gözlerini izledi adamın. Çok değil. Acılarına ulaşacak kadardı seyri ama asla kalbine dokunacak kadar değil. Korkaktı kadın. Bir kalbe dokunmaktan kaçacak kadar korkaktı.
Umrumda değil dünya der gibi bir bakış attı adam ve çevirdi yüzünü duvardan. Göz göze geldi kadınla. Kafası karıştı kadının. Dumanın ardına sakladı gözlerini.
Neydi bu evrenin varlığındaki amaç ya da verilmek istenen mesaj?
Sonra... Sonrası hiçlik. Koca bir boşluk. Uzayda otobüs beklemek umarsızca. Gelmeyecek bir şey beklemek haberlice.
Ne gördü adam kadının gözlerinde bilinmez ama kadın saklanan acılar yaşadı adamın gözlerinde.
    Sonrası yine duvarlar ve sessiz çığlıklarda kayboluş.

1 Mart 2017 Çarşamba

Enfeksiyon

    Yine geçmişe dönüyorum kahretsin. Ne var ki çok da geçmemiş üstünden. Yazık ettin benliğimize. Hiçbir şeyi bilemedin sen. Sadece uzakları bildin sen. Sadece uzakları... Uzaktan gördüklerin kadarını bildin. Ne var ki hiçbir bok bilemedin sen.
Unutuyorum bazen seni biliyor musun. Hem de adını bile hatırlamayacak kadar siliniyorsun hafızamdan. Gülüşünü, gözlerinin kenarındaki kırışıklıkları, benlerinin yerini, gamzeni bile unutuyorum bazen inanır mısın. Saflığının içinde boğulduğum gözlerinin nasıl nefretle bakabildiğini bile unutuyorum. Ardından bir sigara dumanı arasında ya da bir çıkmaz sokağın zifiri karanlığında beliriyor gözlerin. Nasıl unuttuysam öyle özlüyorum bazen. Öyle keskin, öyle ani, öyle acımasızca.
Her şeyden habersiz öylece nefret ediyorsun benden. Allah kahretsin nefret edişin bile hayranlık uyandırıcı. Umarsızca özlüyorum. Hayır seni değil. Ben o inandığım yalan seni özlüyorum. Sahte gülüşünü, sahte aşkını özlüyorum. Vicdansızca beni aldatışından habersiz olduğum günlerimi özlüyorum. Sevmiyorum. Sevilecek bir kalbin olmadığı için sevemiyorum artık seni. Mutsuzken hatırlıyorum seni yalnızca. Mutsuzluğumun sebebi olamıyorsun artık. Mutsuzluğumda güç aldığım tek varlıkken şimdi o varlığın yok olduğu aklıma geldikçe hatırlıyor ve özlüyorum seni. Affedemiyorum. Seni değil, kendimi. Böyle adice bir sevgide nasıl kayboldum? Bu affedilir değil. Beni nasıl dinlemedin, beni nasıl aldattın? Ben nasıl sende sarhoş oldum? Bunlar affedilir değil.
Kahretsin koca bir enfeksiyon var vücudumda. Ve gittikçe tümörleşiyor.

27 Şubat 2017 Pazartesi

Tıkırtılar

    Maskeler ardına gizlenmiş duygular, çıplak bedenler, sahte gülüşler, kirli eller... Yüzyılın mutluluğu koca sahte tebessümler.
    Bu gece tıkırdayan topuk sesleriyle sarhoş oldum. Omuzdan düşmüş tilki kürkünü gören adamın, kadının çıplak omzuna olan açlığıyla cilalandım. Dansederken dağılmış bukleler arasında kaybolup sandal ağaçlı parfümlerinizin kokusunda boğuldum. Bar köşelerinde yaşanan ilişkilerinizin üzerine kustum. Kustuğum yerde sızdım yolumu bulamadım. Sahte dünyanın gerçekliğini ararken yok oldum.  Kırmızı pabuçlarımla ormanımda gezerken bulduğum salıncakta sallanıp kurduğum hayaller, tek ayağı çürümüş sallanan masada sigara dumanına karışan hayal kırıklıkları ve garsonun masaya bıraktığı bir bardakla daha son buldu.
    Ormanımdan çıktığımdan beri asfalt dünyanın süslü kadınları ve aç erkeklerini tanıyorum. Ama ne var ki asla onlarla dansedecek ayakkabıları bulamıyorum. Dantel eldivenlerimi kaba manikürsüz ellerime geçiremiyorum. O ateşli kadınlar kadar sıcak kırmızı rujumu kanayan dudaklarıma süremiyorum. Saçlarım arasında kaybolacakları sarı koca bukleler yaratamıyorum. O köpekler gibi aç erkeklerle asfalt dünyanın kaygan pistlerinde dansedemiyorum. İskarpinlerimi yorgun ayaklarıma layık göremiyorum.
    Yalın ayak kaçıyorum sizden. Belki de çok güzelsiniz. Belki ateşli danslarınızla, belki şehvetli bakışlarınızla ya da o süslü maskelerinizle siz çok güzelsiniz. Ben çirkinler dünyasının firari mahkumuyum.

24 Şubat 2017 Cuma

İlk kelimemin acısını yaşıyorum

    Gözlerimin, bakışımın benzediği adamın; kalbinin yarısını bana ayırmış olan sevgilimin yok oluşunu izliyorum. İlk kelimemin acısını yaşıyorum.
    Ne zaman arkasını döner oldu toprak çiçeğine bilmiyorum. Ya da ne zaman çiçek topraksız nasıl yaşayacağını düşünmek zorunda kaldı? Bir toprak nasıl kurudu? Yine nasıl soldurdu o toprak papatyasını? Peki toprak mı kaybeden papatya mı? Toprak mı kalan papatyasız, yoksa papatya mı topraksız? Hangisi daha çok kanatır kalbi? Hangisi bir damla fazla gözyaşı döker? Bi bok bilmiyorum. Acı çekiyorum inleye inleye. Yok oluşunu seyrediyorum. Toprağımın kuruyuşunu seyrediyorum. Kuruyan toprağımda can çekişiyorum. Kanıyorsun; kanıyorum. Ağlıyorum hızlı hızlı uyurken sen, görme bir damla fazla gözyaşı dökenin ben olduğumu bilme diye. Yağmurlar yağdırıyorum üstüne ıslan diye. Olmuyor. Kuruyorsun hızlı hızlı.
    Çürüyor köklerim gitme. Gitme acısı var ilk sözcüklerimin hala içimde. Sana seslenemeyişlerimin dokunamayışlarımın acısı var kalbimde. Kargalarımın izleri var zihnimde. Kırgınım sana gitme.
Ve kırgınsın bana. Söylediğim ilk kelimenin baba olmayışının acısı var içimizde.

14 Ocak 2017 Cumartesi

Çamurdan Kalp

 



Çeşit çeşit dert, yüzlerce aşk, binlerce çile, milyonlarca nefret ve tek bir gülüş... Yıllarca bataklıktan çıkmak için çırpınırken oradan çıkmanızın tek yolunun size uzanan bir el, kalp olduğunu çok geç farkedebiliyorsunuz. Ne yazık ki bu yalnızken farkedilecek bir olay değil. O gülüş karşınıza çıkmadan bataklığın neresinde olduğunuzu bile anlayamayacak kadar çaresiz oluyorsunuz. Ardından biri elinde aynayla önce nasıl bir bataklığa saplandığınızı yüzünüze vuruyor. Kendinizi diplerde görmenin şaşkınlığı ve acısıyla kıvranırken aynanın içinden elini uzatıp sizi ordan çıkarmayı teklif ediyor. Kirli elleriyle size gelen insanlardan farklı bu. Zaten kirlenmiş o ellerle sizi bataklıktan çıkarmayı teklif edip tekrar bataklığın derinlerine sizi atan insanlardan farklı. Aynadan çıkan o tertemiz elin sahibi, gerekirse o elleri bataklık çamurlarına batırmaya sizle çırpınmaya razı gözlerle bakıyor size, kalbinize...

    O çürümüş sandığınız kalbin yerinde olduğunu hissedebiliyorsunuz. Oraya dokunan insanların size şefkat değil riyakarlıkla yaklaştığını anlıyorsunuz. Ne çok kırılmışsınız bu zamana kadar aslında o gözlere baktığınızda anlıyorsunuz. Ne çok kirletilmişsiniz o ruhsuz, hissiz eller ve dillerle. Ne çok küçülmüşsünüz sizi süzen o iğrenç gözlerle. Kinin, nefretin, bencilliğin dolu gibi üzerinize yağdığı bir cehennemde nasıl ve nereden geldiğini anlayamadığınız bir güneşin doğduğunu farkediyorsunuz. 

    Korku mu, umut mu, sevinç mi, endişe mi?.. Tekrar kırılmaktan mı korkuyorsun yoksa? Bataklığın daha diplerine batmak mı korkutuyor gözünü?

    Boşver daha ne kadar çamurla dolabilir ki ciğerlerin?