Blog Listem

30 Ağustos 2017 Çarşamba

Kalbini Kimler Kararttı?

    Gülüşünle kurumuş toprakları yeşertirken bir tebessümü esirgiyordun dünyadan. Gökkuşağı rengiydi kirpiklerin. Gözlerine baktım. Yeşil gözlerin karanlık bakardı. Kalbini kimler kararttı? Bırak bakayım yaralarına. Bana acılarını hissettir. Bırak gözyaşlarını içeyim. İçine değil dudaklarıma akıt. Kalbine papatyalar dikeyim. Dikenlerini budamama izin ver. Beni tenha köşelerinde uyut. Üstümü saçların örtsün. Üşüyorum. Pürüzsüz cildinde gezintiye çıkar beni. Bana bir rehber ata. İzin ver kucağında öleyim. Kirpiklerine göm beni. Ölemezsem bırak orada uyuyayım. Seni sevdiğimi hatırlatmama izin verme. Gözlerine hep aşkımı yerleştir. Dizlerine uzanayım. Orada soluklanayım. Yeni savaştan çıktım. Pencerenin manzarasını izlememe izin ver. Başını yastığıma koymana izin vermem için bana bir kalp sunman gerek. Bana bir ev göster, bana biraz huzur kanıtla ki sana inanayım. Özgürlüğüme tehdit misin yoksa suç ortağım mı?  Bana aşk olarak mı geldin zindan mı? bir kelepçeye ihtiyacım yok! Bana Kanatlarını göster. Gözyaşlarımızla sulayalım evreni ne fark eder? Gülüşünle yeşerttiğin topraklar elbet su da bekler. 

28 Ağustos 2017 Pazartesi

Radyoaktif Aşk

    Koş ve çarpış benimle. Kinetik bir patlamanın potansiyel suçluları ilan edilelim. Belimden kavra ve dans et benimle. Ölü ruhların ayaklanışının sebebi gülüşündeki hayat enerjisi. Asmaları yeşertecek güzellikte gözlerindeki yeşil ışık zerreleri. Ceketinin iç cebindeki üç mermiyi yuttum. Böyle sev beni diye. Her an kaybedecekmiş gibi bak bana diye.  Evrenin en gizli yerlerine yağmurlar yağdır, bizi orada ıslat. Kalın giyin ama ruhun çıplak kalsın. Öyle sus ki tüm kulakların zarları patlasın. Yanıma otur. Yanım sıcak ve kurak. Bahçemi yağmurlarınla nemlendir. Bana içini aç. Bana yaralarını aç. Eteğime bastın. Kuyruğuma bastın. Öfkemi içimden sök sokak kedilerinin önüne at. Bu Dünya koca bir radyoaktif kütle. Bizse kanserli hücreler. Beni tümörlerimden arındır. Son evremdeyim. Yeterince ölümcül göz yaşlarım ve çığlıklarımla kıyameti kopartabilirim. Beni Nuh'un gemisinin pervanelerinde parçala. Kalbimi yaşlı avcının öldürdüğü geyiğe ver. Kırmızı pabuçlarımı ayakları üşüyen Kibritçi Kıza hediye et. Toprağıma papatyalar dikmeyi unutma. Her gece beni göz yaşlarınla yıka. Evimdeki o kara kediye günde 21 kez sevgini sun. Çocuklarımı doğurmayı unutma. Her ayın 21'inde saat 21.21 de kendimi yok edişimin şerefine 21 kere öldür kendini şarap kadehimde. Böğürtlenli şaraplar ısmarla köprü altı sahiplerine. Son kez gözlerime bak. Evine girmeme izin ver. Botlarım çamurlu paspasını kirlettim. Evine son kez gelip sana veda edeceğim. O  çok sevdiğin küpelerimle süsle beni. En güzel halimle uğurla yalnızlığıma ya da yeni kalabalığıma. Sonsuz güzelliğinle izlemeye devam et gece pencerenden sızan ışığın belirginleştirdiği sigara dumanının saçlarının arasında süzülüşünü. Hep özleyeceğim o kendiliğinden daireler oluşturan gri nefesinin odanda dağılışını. Çok yükseklere çıkıp beyaz duvaklar ve yeni hayatlar hayal edilen o yerde ölümü tadacağım aşağı düşerken. Gazetelere çıkacak süzülüş haberimi "düşüş" olarak yorumlayacaklar. Aldırma. Düştüğüm yerden nasıl yükseldiğimi yazacak şairler ve ceketlerini ilikleyecek karşımda tüm ayyaş köpekler. Uyurken maşuklar beni ve Galata'yı anacak aşıklar.

27 Ağustos 2017 Pazar

Dudaklarım Hep Orada



    Çok uzaktan geldim bugün. Bir tas su lütfet, dudaklarım toprakların kadar kurak ve çatlak. Koca evrende yalnız benim kadar bir evim var. Oraya varamadım. Bir dua lütfet, toprağıma dokunamadım. Ruhumun tamamının üflendiğini sanmıyorum bedenime. Toprak istiyor bedenim nemlice. Ağaç kökleri sarsın sarmalasın bedenimi. Mezarımı yıka. Beni yıka. Mezar taşımdan öp yavaşça her özlediğinde. Çünkü dudaklarım hep orada. Şöyle bir bakayım sana. Ne de acımış kalbin. Koca yalnızlıklar arasında tek gerçek olan ölüme gidiyorum. Belki hızlı, belki ağırca. Bir özgürlüğüm var elimde bir de avuçlarımdaki toprak. Kapatma kafese, bırak uçayım gönlümce. Nasılsa bir avcı vuracak kanadımdan elbet ve o gün toprak olacağım. Gör gülüşümün içindeki aciz mutsuzluğu. Bak hep gülerim ben. Bir mezar başında bile güler dudaklarım. Umursama sen gözlerime bak. Tehnalaştığım yerlerimi gör. Kör kalbimi, hissiz gözlerimi öp. Avuç içlerini göster, Yere düşen içindeki çocuğun avuç içlerine bıraktığı yara izlerine bakmama izin ver. Dizlerimden öp. Kan içinde kalmış dirseklerime bak. Avuç içlerimden öp beni. Bırak özgürleşeyim. Bırak acı çekeyim. Sen yalnızca acılarımdan öp beni. Sen benim merhemimsin.

24 Ağustos 2017 Perşembe

Hem Yarım Yamalak

    Sol bacağı kırık bir deniz kızıydım. Suya hiç dokunamadım. Daha doğmadan karaya vurdum. Doğrulamadan kumlarda kavruldum. Saçlarım kanadı, okyanuslar doldurdum. Okyanuslara varamadım. Kumdan bir kale diktim sırtıma. Evim sırtımda gezdim, sırtımdan vuruldum. Evim yıkık benim, her sokak köpeğinin dostu gibi. Kirli kan gibi koyu dudaklarım. Dudaklarımın kirini aşık olduğum adamın toprağına sürdüm. Bastığı yolları yıktım, köprülerine saçlarımı astım. Okyanus dolu gözlerine dalıp okyanuslara varamadım. 
    Kabuğu çatlamış bir çekirdektim ben. Suya hiç ulaşamadım. Yeşerip uzayamadım. Katranlar akıttılar üstüme. Asfaltı yaramadım. 

20 Ağustos 2017 Pazar

Kanlı Dizler Sevdim

    Boşalmış şarap şişesinde kayboldu ruhum benim. Aramadım hiçbir yerde bir dakika bile. Yüzümü sigaramın dumanının ardına sakladım. Kimseler göremedi, bilemedi. Kalbimi jiletli tellerle çevirdim. Dokundurtmadım. Bedenimi asit kuyusuna attım. Hiç çığlık atmadım. Çok sevildim. Çokça sevdim. Ardıma bakmadan her şeyi bırakıp gittim. Çok ağladım, çokça ağlattım. Vicdanım sızlarsa diye vicdanımı bağrımdan söküp köşedeki dilenci çocuğun babasına verdim. Zira ona daha çok lazımdı. Gözyaşlarımla bahçeler suladım, çiçekler büyüttüm. Mor menekşelerimi acımadan koparıp sokak orospularına armağan ettim. Kalpleri başka şeyler için de atmalıydı, belki bir incelik için mahçubiyetle içinde. Mezarlık gülleri büyüttüm içimde. İçimi söküp mezar taşları arasına diktim. Ben bir ahraz çocuk büyüttüm içimde. Çimlerde koşan, babasının aldığı kırmızı pabuçlarını hiç çıkarmayan, ütopyasını kar küresinde sakladığı çocuğu sevdim. Sesini bir benim duyduğum, bir benim sesimi duyan o ahraz çocuğu sevdim. Ben bir asker sevdim. Üniformasını ayrı, kanlı postallarını ayrı, barut kokan  dudaklarını ayrı sevdim. Ben bir katil sevdim içimde. Kalpsizlikle beni yarım bırakışını, bir yol boyu sızlamayan vicdanını sevdim. Ben onun kötülüğünü sevdim. Ben bir kaptan sevdim. Batan gemisini terketmeyişini sevdim. Önce çocuklar ve kadınları kayıklara yükletip sonra o kayıkları bombalayışını sevdim. Ben bir tanrı sevdim. Önce beni yaratıp sonra bana eziyet edişini sevdim. Sadakati sevdim. Ben bir çift yaralı diz sevdim.

18 Ağustos 2017 Cuma

Vakit Geçiyor

    Uyandım. Saat henüz 06.48 ve uyanmayı reddeden bünyem... Genelde gün sonunda toprağa girme isteği uyanır zihnimde. Bugün ilk kez bu kadar erken çekildim toprağa. İlk kez bu kadar öfkelendim nefes almaya, bu kadar nefret ettim yaşamaktan. Yoruldum. Öfkelenmek için bile yorgundum. Yüzüm düştü. Ruhum düştü. Maskem düştü. Başım döndü, kalbim döndü. Gözüm karardı, hayatım karardı. Ah hayatım, içim karardı. Ne çok güldük, ne çok ağladım. Bir sen güldün, bir ben... Bir ben ağladım. Bir sen güldün, bir ben ağladım. Bu işler sırayla. Ağlama sıramı ilk kez devretmek istedim başkasına bu sabah. Göz yaşlarım aktı, rimellerim aktı, saçlarımdaki kızıllar aktı. Kan oldu banyonun fayansı. Yumurta kaynattım sana. Senin payından civcivler çıktı. Lunaparktaki hız treni gibiyim. Ağır ağır çıkıyorum yukarı. Bir anda bırakacağım kendimi hızla aşağı. Ah neşem... İlk kez bu kadar çok hissettim aşağıya inerkenki huzuru. Hiç tadım yok. Yumurtamın hiç tadı yok. Tuzu da... Yürürken parkelere yapışıyor ayaklarım. İlk kez bu sabah nefret ettim yerden kalkmayan ayaklarımdan. İlk kez bu sabah, ölmenin vakti gelmiş de geçiyor, dedim kendime. Ah ömrüm. Ölmenin vakti gelmiş de geçiyor. Yorulmadık mı?

21'e Dört Gece


   Ölmek için yaşamak gerekir her şeyden önce. Yaşadım diyebileceğin bir anı bile yeterlidir bazen. Yaşıyor muyuz, yoksa sadece geçerken uğramak mıydı bu ayıp olmasın tanrıya diye?
    Böyle gecelerde yaşadım, böyle gecelerde öldüm ben. Evet yaşadım. Böyle gecelerde doğdum. Ve yine böyle gecelerde mahvoldum. Bilmiyorum. 21'e dört var. Doksan altı saat var. Felakete doksan altı var. Her şeyi unuttum. Hatırlamak için uğraştığım bir gecede tekrar her şeyi unutmak istedim. Kalbim delik benim. Kevgire çevrildim. Postum yırtık benim. Soyulup soğana çevrildim. Deliklerden sızan kanlarım altın kadehlerde yöneticisi bir pezevenkten ibaret olan orospular konseyine sunuldu. Böyle gecelerde yok oldum, böyle gecelerde var olduğum gibi.
    "Acını seç" dediler. "Nasılsa acıdan kurtulamayacaksın." Ölüm kadar gerçek ve kaçınılmazdı geceler. Her geceye bir acı oay ettim. Her gece bir parçamı sattım, her geceye bir düş doğradım.
    Böyle buyurdu büyükler. Özgürlüğümü çerçeveleyip bir duvara monte ettiler. Ayaklarıma beton döküp bileklerimi bir uçurtmaya bağladılar. Kesinlikle büyükler. En az kirli donları kadar kirli kalpleriyle sayfaları da kirlettiler. Böyle gecelerde aktım ben, böyle gecelerde karardım.

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Korkma Geçecek Bu Sancılar


    Ben bu insansızlığı sevemedim. İsteyerek de düşmedi tohumlarım bu toprağa. Dallanıp budaklanmadı zaten gövdem, yeşermedim, meyvelenemedim. 21. yüz yılın kanserli hücrelerinden biriyim. Bünyemi canavarlaştıran mutasyonlar geçirdim. Uzun yollar katettim yorulmak için olmadı ama durduğum yerde beni yormayı başaran insanlar sevdim. Ben bu insanlığı sevemedim. "Korkma, geçecek bu sancılar." İnanma sevgilim. Yaşam değil sürgün bunun adı. Küçük toz zerreleriyle kaplı gökyüzü. Biraz daha uza ki biraz daha çekebil içine bu kirli dünyayı. Bilinçsiz geldiğimiz ütopyalarımızda nasıl günahlar işlediysek cehennemi sunuyor zihnimiz bedenlerimize.
    Korkma, geçecek hepsi. Daha mı iyi, daha mı kötü bilmiyorum ölümden sonra yaşam gerçeği. Her soluğun ardından "Ya bir sonraki sonsa?" demek... Bu dünyada acı çekenler için kurtuluş diyebilir miyiz toprağa kavuşmaya? Sokaktaki kara kedinin tüyleri aklanacak mı sonraki hayatında, ısınacak mı her an durmaya hazır küçük kalbi? Ya adaletsiz bir oyunun piyonlarıysak ve her oyunda kullanılıp atılacaksak? Devrik cümlelerim düzensiz hayatımın yan etkileri ve sevmez bu dünyanın mutluları karmaşık hiçbir şeyi; koyu kalplerinde düzene dair bir şey bulmak zor olmasına rağmen. Mutluluk kötülük getirir. O mutluluğun tadına bakan insan bir daha kaybetmemek için onu her türlü karanlığı yırtıp üzerine atar tanrının. Tüm dinlerdeki Şeytanlara ayrı ayrı itaat eder, her bir Şeytanı bir diğeriyle aldatır her tanrıyı bir diğer tanrıya satar.
    Kıvrak ve sinsi bu çağın insanlığı. Velhasıl insansızlıklar üzerine kurulmuş vicdan yumaklarından ibaret insanlık kelimesinin modern anlamı. Süslü kedilerin önünde oyuncak edilmiş hepsi ayrı ayrı. Sokak kedileri ise en az insan kalanlar kadar yalnız ve sevgisiz. Aç ve susuz Afrikalı çocuğun gözlerinde arıyorum masumiyeti. Kimse bakmıyor bereketli toprakların içindeki kahve tenli çocuklara. Asya'da köpeğinden başka kimsesi olmayan dilenci çocukta arıyorum sadakati. Ölüyor açlıktan sahibi yok oluyor kahrından köpeği. Eş zamanda ölüyor kalbim açlıktan. Kalbi tokların midesi, midesi tokların kalbi aç kalıyor . yüzyılda. İnsanlık ölüyor, yeni doğan tüm çocukların vicdanları tömörlerle kaplı.
Metre kare başına kaç şeytan düşüyor? Bu çatılar altında kaç beden sevgisizce birbirine kenetleniyor? A noktasından B noktasına uzanan bu havuzu kaç çift göz, kaç saatte doldurur ağlayarak? Bilemiyorum. Bildiğim tek şey var: Ben bu insansızlığı sevemedim.

3 Ağustos 2017 Perşembe

Islak Orkestra


    Bilemiyorum kaç asırlık bir sancı bu. Hep merak etmişimdir. Öptün mü daha önce bir balığı dudaklarından? Sahilde rakısına eşlik ettin mi bir kadının? Üç kalpli ahtapot gibi sadık kalabildin mi tek kalpli deniz kızına? Saçları kitap kokan bir kadın sevdin mi? Dudakları mürekkep rengi bir kadın var mıydı topraklarında vaad edilmiş?
    Bilemiyorum kaç asırlık kuraklık bu. Vaad edilmiş topraklardan akan kanlar okyanuslarıma karışıyor. Deniz kızları okyanuslarda değil petroller içinde dans ediyor. Evler yıkılıyor, şehirler yok oluyor, yataklar ayrılıyor, dudaklar uzaklaşıyor. Yeri geliyor gökyüzü bile senden uzaklaşıyor. Gökyüzü yeryüzünden uzaklaşıyor. Toprak alıp başını gidiyor. Bazen de insan topraklar altından çıkamıyor.
    Hangi senfoninin kulakları sarhoş eden çığlığı bu? Keman ağlıyor, piyano yas tutuyor. Delilerden oluşan bir orkestram var. İşaretimle seyirciyi kör edebilecek güzellikte balerinlerim, baletlerim var. Okyanuslarda kol gezen ordularım var. Hep merak etmişimdir. Seviştin mi daha önce bir deniz kızıyla? Hiç gördün mü sen o iki bacaklı deniz kızını? Bir askere aşık deniz kızı ölüyor derinlerde. İnsanlığın askeri... O ben oluyor, ben o oluyorum bazen. Ölüyoruz insanoğlunun sularımıza bıraktığı denizaltılarının pervanelerine sürüklenerek. Orkestra susmuyor duyulmasın diye çığlıklarımız. Çığlıklarımız mercanları sağır etmesin diye. Kimse bilmiyor neden ağlar bu kemanlar, neden yas tutar piyanolar, neden bu kadar öfkeli olur viyolonsel. Şehir ışıklarını yıldızlar sanıyor deniz kızları. Yıldızları izlemek için derinlerden çıkıp gemilerin ağlarına dolanıyor örgülü saçları. Askere tutunuyor deniz kızı. Askerse rakısına meze yapıyor kadını. Barut kokutuyor mürekkep rengi dudaklarını. Vaad edilmiş topraklarda susuz bırakıyor deniz kızını. Üç kalpli ahtapota hasret bırakıyor susuz kalbini. Terk ediyor deniz askeri, terk ediyor toprak denizi, vazgeçiyor gök insanlıktan.
    Susmuyor viyolonsel, kurumuyor ıslak orkestra.

Yeşil Bar Birası


    Gözleri yeşil bar biraları gibiydi. "Seni severdim." dedim, eğer hâlâ sevebilecek bir kalp olsaydı içimde. Bir şey takıldı ayağıma. Yıkık koca bir şehirdi bu. Ve ayğlayan bir anne vardı. Memesinden akan kanlarla emziriyordu sevgili oğlunu. Barut kokan kanlı sütüyle... Bir de ben yıktım şehri koca bir tekmeyle. Öldürdüm anneyi de bebeği de. Herkes kötü bildi beni, bense o annenin bebeğine acıyan bakışına ve benden ölümü dilemesine tanık olmuştum. 
    Nefesi okyanus esintisi gibiydi. "Seni severdim." dedim, eğer atan bir kalp olsaydı içimde. Çürümüş bir beden. Çürümüş milyonlarca beden. Sevebilseydim seni belki yeşerebilirdim yeniden. Yeşerebilirdim belki seni sevdiğimi itiraf edebilsem. Öpemezdim  savaş ve yıkıntılar dolu gözlerinden. İtiraf edemezdim seni sevdiğimi ne var ki.
    Kır at gibi güzeldi. "Öldürebilirdim seni." dedim. Öldürebilirdim seni sevdiğimi kabullenebilseydim, sadakatsiz sevgini gördüğüm için. Ya da sevgisizliğini. Ete kemiğe bürünmüş tüm bu boş kalbini. Öldürebilirdim seni loş ışık altında oturduğun, o çimenler kadar yeşil gözlerinde bana yer olmadığı için.
    Tüm acıları sen yaşıyormuşçasına bakan gözlerine sütü barut kokan viraneler arasındaki o kutsal anneyi göstermek isterdim. Ve seni oraya gömmeyi dilerdim. Koca bir mezarlık yapmak ve oradaki her mezara bir bir seni gömmeyi dilerdim. Her mezarın başında bir bir ağlamak isterdim. 
    Bar birası gözleri vardı. Çimen yeşili bakardı. Acı dolu bir anne ve virane bir şehir yaşardı içinde. Çok içerdi, çokça ağlardı. Bir sabah uyandı. Uyanmanın anlamsızlığını tattı. Her sabah uyanmaya lanet etti. Okyanus esintisi nefesi vardı. Kesilmediği için lanetler ettiği derin nefesleri vardı. Bi sabah uyandım. O nefesi kesmeyi, o gözleri sonsuza dek kapatmayı istedim. "Seni severdim." dedim, "Eğer seni sevdiğimi önce kendime kabul ettirebilseydim."

1 Ağustos 2017 Salı

Misafir Sofrası


O buraya yalnızca geçerken uğramıştı oysa.Yanlış semte kurmuştu evini. Yanlış senaryolar, yanlış hayatlardı bunlar.
Ne insan eğriliğini gidermişti ne döşeği temizdi. Ev sahibi gelen bir misafire fazla mânâ yüklemişti. Ne gelenin kalbi ne kendi kalbi temizdi. Misafire en bereketli tarlanın mahsulleri seçildi. Misafirse ayağındaki tüm çamuru yatağa yorgana silmişti. Ballar, sütler, çilekler verildi. Misafirse yolda öldürdüğü yılanın zehrini sütüne damlatıp ev sahibine "Beni sen zehirledin." demişti. Zehir zehiri nasıl sökerse öyle söktü zehiri ev sahibi. Misafirin kirlettiği yorganda yatakta ağırladı yine onu. Nasıl anlatılır bilemedi. Misafir gitmemeliydi. Katlanılmalıydı ona göre tüm o çamura ve nankörlüğe. Misafir O'nun eviydi sanki. O boş tuğla yığınları arasındaki çiçekli pencereden soluduğu havaydı misafiri. O sofrada balsa masaydı misafiri. O döşekse çatıydı misafiri.
Değmezdi aslında. Gelmese de olurdu misafiri. Çamurları gül bahçesi görünürdü gözüne ta ki penceresini kirletene kadar. Zehri pekmez eyledi ta ki vücudunu sarana kadar. Dikenini tüy bildi ta ki ellerini kanatana kadar. Artık evi çamur, karanlık ve kanlar içindeydi. Misafirse büyük bir zevkle tüm bu pisliğin arasında sigarasını içiyor içkisini yudumluyordu. Dudağının kenarındaki hafif kıvrım, O'nun bu rezil durumunda, ne kadar büyük bir zevk ve nefret patlaması yaşadığını kanıtlıyordu. Ev sahibi korktu. En azından O'nun evi karanlıktı. Misafirinse kalbi zifiri ve korkutucuydu. Kanlar ve misafirin bulaştırdığı pislik içinde kalktı ve sofrasını hazırladı. Misafirini doyurdu, sonunda kalbi aç kalmıştı. Artık midesi kadar aç bir kalbi vardı. Misafir gitmeliydi. Misafir korktu. İkisi de biliyordu ki misafir gidince ikisi de evsiz kalacaktı. Farketmezdi. Bitmeliydi bu ağırlama. Misafir perdeleri açtı. Pencereden sızan ışık O'nu kör etti. Güller sundu misafir affettirmek için kendini. O'nunsa artık gördüğü yalnızca gülün dikenleriydi. Sofradaki son lokmayı O'na elleriyle yedirdi misafir. O'ysa yalnızca yılan zehrinin tadını alabildi. Misafir görmüştü ki tek aydınlık karanlığa giden yol olacaktı. Misafir sofrayı devirdi, misafir gitti, misafir geceye karıştı. O'ysa yıkıntı ve kirli evin izleriyle karanlığa gömüldü.

Ben buraya yalnızca geçerken uğramıştım oysa.Yanlış semte kurmuştum evimi. Yanlış senaryolar, yanlış hayatlardı bunlar. Burası benim sofram. Açken evimi açıp balla beslediğim insanların doyunca açlığını inkar ettiği, soframı devirdiği yuvam.

Olağan mı Dışında mı?

    Olağan değil mi ölmek doğmak kadar. Bir o kadar da mucizevi bir olay. Var olmak mı olay yok olmak mı? Var olmanın hacmiyle aynı değil mi yok olmak? Küçük bir taneden gelip o küçük tanede geri yok olmak... Sonsuz bir var oluş ve sonsuzluğa yolculuğun ilk adımı. Muazzam bir döngü. Muazzam bir mutluluk ve dehşet bir acı. Var oluş sancısı mı dediler yok oluşun ilk adımına? Yoksa zaten var mıydı aslında tüm yok olanlar bu dünyada? Atmosfere giren bir toz zerresinin avucuna düşmesi mi daha ağır, yıldızın yanarak göklerden topraklara düşen külleri mi? Küllerinden doğan bir dünya mı daha olağan dışı külleri bile kaybolmuş yıkık şehirlerde gezen insanoğlu mu?
    Saçlarım dalgalanıyor alevlerin sıcaklarından. Asfaltın sıcağı maskemi eritiyor. Gülen dudaklarım aşağı sarkıyor. Yüzüm düşüyor, kirpiklerim düşüyor yerlere. Kimse bir şey bilmiyor. Kimse bu gök neden yakıyor, yakarken ağlıyor bilmiyor. Kimse sormuyor doğru mu bu acılar. Kimse bakmıyor maskenin ardından avucuma düşen kanlı yaşlara.
    Sisli bir gece görüyorum önümde. Ay doğmuş geceye. Geceyse yüreklere doğmuş, yürekler gece gibi kararmış. Sessiz bir sokak var. Sokak yeşil, sokak aydınlık. Sokak başında eli baltalı karanlıklar. Şık takımlı bir adam var Merkür'ün alevlerinden ayakkabılar giymiş, sıcak! Venüs'ten düşmüş bir kadın var en az Venüs kadar güzel, alevli saçları! En az Neptün kadar soğuk kanları damarlarında, dondurucu! Gözlerini gördüm en az Güneş kadar sıcak, yakıcı! Çöl kadar kurak dudakları, ıslanmaya muhtaç! Karıştılar, dans ettiler, eridiler, üşüdüler, yandılar, küllerinden tekrar doğdular... Yaşadılar! Kurak topraklara yağmurmuşçasına yağdılar. Ağançmışçasına yeşerdiler. Ateş misali yandılar. Gece gibi karardılar, Güneş gibi doğdular karanlıklarına. Ay gibi sahiplendiler geceyi.
    Doğdular ve yıldız gibi öldüler.

Yitik

    Oturduğu yerden kalktı aniden. Anahtarları alıp evden çıktı. En yakın büfeden iki paket sigara, kırmızı bir çakmak, acılarının üzerine içmek için bir soğuk su aldı. Arabaya yürüdü. Anahtarla kapıyı açtı. Yan koltuğa aldıklarını ve çantasını bıraktı. Bu koltuğa her oturduğunda gideceği yerde yatan adamın gülüşü aklına geldiğinden hayata odaklanamaz, ölümü yalardı direksiyon başında hep. Tepedeydi gideceği yer. Tüm güzellikleri toprağın içine hapsetmiş bir yer... Vardıktan sonra yan koltuktakileri alıp indi. Yürüdü. Küçük kiraz fidanını ardından umutlarla beslediği çiçekleri suladı. Mermeri toprağı yaladı gözyaşları. Toprağa gözyaşlarını akıttı, toprak gözlerine ölümü fısıldadı. Bu umutsuzluk canını yaktı. Derinlerine akan asit şelalelerini hissetti. Paketinden birini seçti ve içinden bir sigara çıkardı. Ölüm kokan rüzgarı eliyle engelledi ve sigarasını yaktı. Buram buram ölüm kokardı bu topraklar kimseler bilmezdi en az bir hayat yitmeden kalpten. Kadının kalbinin yittiği kadar en az... Karanfiller yandı sigaranın aleviyle. Kül grisi oldu kadının göz bebekleri. Yitik bir mavi şal büründü gök yüzü üstüne. Kopmak istedi kıyamet, taşmak istedi cehennem. Vermek istemedi toprak onu kadına. Neden bu kadar mat yaratılmıştı toprak? Sevdiklerimizi bir daha görememek miydi amaç? Neden bu kadar karanlıktı gece? Görmek için can atarken akan yaşları gizlemek miydi amaç? Bir gece bereketiyle doğan insanoğlu, bir gece nasıl düştü kuraklıklara. 
   Zordu. Gecenin bu inceliği karşısında hissettiği mahcubiyet ve bunu taşımak zordu. Bu küçük bedende böyle yüklü bir ruhu taşımak, kıyametin kopmaması, cehennemin taşmaması, onca insan varken hep iyileri toprağın ağırlaması ve bu iğrenç entrikalarla yaşamak zordu. Sanki ruhundaki tüm yükünü sigara dumanlarına yükleyip uğurluyordu kadın. Başka neden yakardı ki insan karanfilleri zaten? Görünen o ki ruhu üşüyordu. Anlaşılan gözleri her şeyi görüyor, kulakları her şeyi işitiyordu. Deliriyordu. Cehennem beyninde taşıyor kıyamet kalbinde kopuyordu. Derin bir kötülük sarıyordu kadını. Yok olan bir kalp ve sevgi vardı içinde insanlığa karşı. Çünkü onu sadece toprağa uğurladığı fesleğen kokusu ve zambak beyazı yuvası mutlu ediyordu. Ne yazık hepsi yavaşça yitiyordu. Sonuna az kalmıştı. Öleceği anı bilerek toprağı okşuyordu. Durdu. Tırnaklarına dolan ölü toprağını gördü. Tırnaklarının içinden eksik olmayan ölü toprağı. Canını yakan herkese lanetler savurdu. Sevdiklerini yakan herkese küfürler dağıttı. Sigarayı kalbinde söndürdü. Karanfillerin küllerini göklere yolladı. Her şeyi yeni anlıyordu kadın. Her şeyi... 
    Az kalmıştı bitişine kadının. "Çok az." dedi. "Geliyorum."